Paylaş
Evime gelen konuğun en özeli o ailenin çocuğudur benim için. Önce o çocuk mutlu olmalıdır. Önce onun karnı doymalıdır. Önce o ortamı sevmelidir ki, tanıma ve alışma faslı bittikten sonra, o ve benim oğlum mesut bahtiyar zaman geçirirken, biz de ebeveynler olarak rahat edelim. Benim evim, o küçüğün rahat ettiği bir teyze evi olarak belleğine kazınırsa ne mutlu bana. Artık baldan tatlı vakitler geçirecek yeni dostlarımıza merhaba demektir bu.
“Onu açma, buna dokunma, etrafı dağıtma, oyuncakları dökme” nidaları yoktur bizde. O bir çocuktur. Bir odaya sıkıştırılmayacak kadar enerjiyle doludur... Kendisine zarar verecek kırma dökme haricinde benim evim onun serbest dolaşma alanından biri olmalıdır o kadar. Ev toplanır, leke silinir, sökük dikilir ama çocuğumun o yaşı bir kereliktir. Arkadaşlarıyla doyasıya eğleneceği bir alanı ya da oyunu kısıtlayarak yaşından ve yaşayacağından çalamam.
Gelen misafir çocuk ya da çocuklar için ayrı bir masa hazırlanır bizim evde. Onlar için hazırlanmış yemekler önce onlara servis yapılır. Bu ayrı masada kendilerini adam yerine konulmuş hissetmelidir çocuklar. Onların dünyaları ve sohbetleri olduğunun farkına varmışlığımızı henüz muhakeme edemeseler bile, “ben ne yersem sen de onu yiyeceksin” ya da “bizimle birlikte aynı sofrada oturacaksın” diretmesi olmadan, kişisel alanlarının olduğunu öğretmek ve kendilerine ayrılmış alan ve ikramı zevkli hale getirmek için yaparım bunu. Anne babalarının hayran bakışları, sevgiyle gülüşleri ya da “yedin mi yemedin mi” karışmaları olmadan rahat bir ortamda kendilerini önemli bir birey olarak hissetmeleri çok hoşuma gider.
Biz çocukken böyle şeyler yoktu. Bize özel bir masada bizi bekleyen nimetler mesela.
Annelerimizle birlikte ev oturmalarına gitmek çok zevkliydi. O zamanlar ikramlar masaya konulmuyordu. Yoktu öyle herkes istediğinden istediği kadar alsın lüksü. Ev sahibi, misafirlerin tabaklarını mutfakta hazırlar, bu tabaklara, ikrama göre, bir tatlı, bir tuzlu, patates salatası ya da kısır, birkaç dal da sarma koyardı. Tabağını alan annelerinin yanında bitiverirdi acıkmış yavruları anında. Analarının önlerine konulmuş tabaktan kendilerine uzatılacak börek, kurabiye ya da pasta parçaları için beklemeye başlarlardı yalanarak. Sanki kalıpmış gibi bir diyalog vuku bulurdu bu sıra.
Ev sahibi: “Çocuk da yer mi?”
Anne: “Yok yok o yemez” ya da “yok yok o içmez.”
Yahu niye yemeyeyim? Benim karnım aç değil mi? Ben de yandım susuzluktan. Koştum oynadım ya. Hararetim var işte. Niye sadece suya talim ediyorum ki? Farkındaysanız karnınızda değiliz ki yedikleriniz kordonunuzla bizi de beslesin. Ayrı bir kursağımız ayrı bir midemiz var.
"Yemez içmez" lafı bir nezaket kuralıydı aslında. Anne, ev sahibinin bir de çocuk için zahmet etmesini istemez, kendisine verilmişle çocuğunu destekleyerek daha fazla ağırlık verdirmezlerdi güya. İş böyle olunca da, çıkıntı gibi tabağın dibinde beklerdik. Anne, bir çatal kendine, bir çatal bebesine uzatırdı ikramı. Ya da birazını kendisi yer, kalanını yavru kuşuna verirdi. Diğerlerini bilmem ama beni hiçbir zaman kesmedi bu yarım besinler. Hepsinin tadı damağımda eksik kaldı…
O zamanki iç sesim “teyzem sen bana da Allah rızası için bir tabak hazırla. Hatta dolmaları iki değil sekiz dal koy. Börek maydanozsuzsa onda da cömertlik gösteriver. Yanında da paşa çayı ya da varsa bir limonata, bol şekerli” derdi ama sıkıyorsa de. Analar “o yemez içmez” dediler bir kere.
Ayrı tabağa sahip olmamız için yaşın on ikiye gelmesi mi gerekmişti, yoksa artık büyük şehirlerden öyle örnekler görmüş olan birileri mi modayı getirdi tam olarak hatırlayamıyorum. Bu modayı ilk uygulayan da Aynur teyze oldu.
“Hadi çocuklar sizin masanız mutfakta hazır, geçin bakalım” diyen sesini duyduğumda Aynur teyzenin, sürpriz bir oyuncak alınmış çocuk sevincini ve şaşkınlığını yaşamıştım. Annemin tabağındaki bir çatallık böreği paylaşmaya gerek kalmadan, kendi özel tabağımdan, kendi çatalımla ve yanında içeceğimle bir şeyler yemek için birinin doğum gününe gitmeye gerek kalmamıştı.
Aynur teyze, bir tepsi ıspanaklı böreği servis tabağına koyup bizim önümüze verdiğinde, yanına da un kurabiyesi ve patates salatası koyduğunda, nihayet çağ atlamıştık. Hayatıma bir sürü ıspanaklı börek girdiyse de, onun o ıspanaklı böreklerinin tadını asla unutmadım. Ve onun evine her gidişimizde kendimi birey hissettim. Yetişkin yerine konulmanın, ne isteriz diye sorulmasının ve başka bir şeye ihtiyacımız var mı’yı duymanın güzelliğini yaşadığımız için.
İşte bu hatırlamalar, bana yol gösterdi ilk. Bugünün küçükleri, oğlumun arkadaşları, büyüdükleri zaman, benimle özdeşleştirdikleri bir yemeği hatırlarlar, “kendimizi sizin evde ne rahat hissediyorduk be” derler, olur da, birazcık bile olsa, tarihlerinde adım geçer diye belki, benim evimde özel hissetmelidirler kendilerini. Bu benim ilk vazifemdir. Sonrasında ebeveynlerin memnuniyeti gelir.
Ya hatırlamazlarsa? Ya ne pişirdiğim, nasıl ikram ettiğim, özel masaları ve sunumlarım akıllarına bile gelmezse? Onun da çaresi var. Ben fotoğrafla belgelerim. Anneleri siz de bir zahmet bellek açıcı balık yağı mı içirirsiniz artık bilmem. O kadar hazırlık yapıyoruz, krallar gibi ağırlıyoruz beyzadenizi ya da kerimelerinizi. Öyle böyle hatırlatacaksınız beni napacanız.
Bir zahmet artık.
Paylaş