Paylaş
Algıda seçicilikten dolayı olmalı, hamilelik ve annelik türü yazılar, konular ya da objeler daha çok dikkatimizi çeker anne baba adayıyken ya da aile olmuşken. Okuduklarının yanı sıra, reklam panoları, başlıklar ya da bebekle ilgili neye ihtiyacın varsa onlara bakıyorken bulursun kendini.
Hastanelerde, anne dergilerinde, metro istasyonlarında bile, çarşaf çarşaf afişler görürdüm anne sütü ile ilgili. Bunlardan biriydi. “Bebeğinizi emzirin” diyordu. İki yıl boyunca hem de. İlk anneliğim olacaktı. Ne denilirse yıldızlı pekiyi alacakmış gibi ödevimi yapıyordum. Bu durumda afişin dediği gibi elbette yirmi dört ay emzirecektim bebeğimi. “Aman altı ay anne sütü hariç bir şey vermeyin, su dahi içmeyecek” deniyor, ben hiçbir şey yaklaştırmıyorum ağzının kenarına oğlumun. Sadece anne sütü. Zaten Hollanda’nın Holstein inekleri ile yarışır gibiyim. Bol sütlüyüm. Ürünüm de pek kıymetli. Sağıp sağıp, seferberlik günlerinde falan lazım olur diye derin dondurucuya atıyorum fazlalıkları...
Dört aylık falanız. Göztepe ve Caddebostan civarlarında, ertesi gün saat sabah on ila öğlenden sonra dört arasında elektrik kesintisi olacağı bildirildi. Nasıl olsa gün kararmadan elektrikler gelecek diye önce pek oralı olmuyorum. Ertesi gün oluyor. Kesintiye yarım saat kala aklıma gelince eteklerim tutuşuveriyor. Hazinem yani sütlerime ne olacak bu esnada? Hazine gözümün önünde erisin mi? Ne yapsam ne etsem diye düşünürken, birden her türlü duruma karşı tedbiri elden bırakmayacak sektörleri düşünüyorum. Dondurucuya en çok ihtiyaç duyan yiyecek içecek sektörü kurtarıcım olabilir. Bana en yakın pizzacıya gitmeye karar veriyorum Bağdat Caddesi’nde. Hemen buluyorum bir koli. Organik ötesi sütlerimi koliye yerleştiriyorum. Koştur koştur kapısının önünde bitiyorum restoranın. Müdüre çıkıp durumu anlatıyorum. Sağ olsun bir ananın çığlığına yetişiyor kendileri ve benim koli aşağı katlarındaki derin dondurucuda yerini alıyor ta ki elektrikler geri gelinceye kadar.
Altı ayını doldurmasına sadece yirmi iki gün kalmış Thomas Nejat’ın. Sonra yoğurt tadarak geçiş yapacağız ek besine. Yaz, sıcak… Önceki nesil anne ve teyzelerim, “yahu bir gıdım su ver şu sabinin ağzına. Yanmıştır garibim” diyorlar. “Cık” diyorum, “ne suyu? Anne sütündeki su ona yeter.” Nuh diyorum peygamberi yok cümlemin. Benim oğlan kucağımda sallanıp duruyor bu sıra. Meğer Nahide teyzemin elinde tuttuğu baston ekmeğe uzanmaya çalışıyormuş. Teyzem en sonunda “kızım biz de anne olduk. Çocuğun ağzından sular aktı. Biraz ekmek verelim” diyor. “Ya teyze, o akan salyasıdır ne can çekmesi” diyene kadar ben, o çoktan bir parça koparıp uzatıyor benimkine. Oğlum sütüne katık niyetine saldırdığı ekmeği gözleri döne döne emiyor. O günden sonra da ekmek en sevdiği şey oluyor zaten.
Ama emzirmeyi kesiyor muyum? Hayır. İki yıl dendi o kadar. Lakin nerede emzireceğim? Devamlı evde mi oturayım? Komşuculuk oynayıp evden eve gittikten sonra ben, oksijeni nereden karşılayacağım? Hem gözüm gönlüm açılsın ki mutluluk hormonum artsın da bol ve bereketli sütler sağayım. Fakat 2007’ de etrafta ya da mağazalarda bebek odaları yok. Bir tek Bağdat Caddesi’nde bir bebek mağazasında var. Ben o mağazanın iki yüz metre sağ ve iki yüz metre solundan fazla uzaklaşamıyorum. Olur da oğlan acıkır diye. Zira kendileri sık sık ve az az bir diyet uyguluyorlar. Her acıktığında da ikramı hemen alamazsa, maşallah bir ağladı mı kırk köy duyduğu ve kolay da susmaz bir bebek olduğu için, debelendiğini gördüğüm an benim o mağazaya kendimi atmam gerekiyor. Oysa ben caddede değil, aşağısındaki tüm ihtişamıyla önümde uzanan denizin kenarında olmak, her yerde fırsatını bulamadığımız “çimlere yayılma” olayını tatmak istiyorum. Ara sıra gidiyorum da risk alıp. Ama “besle beni” zili çaldığı an, ne bir kuytu, ne bir oda, ne bir delik buluyorum bebeğimi doyuracak.
O zamanlar duymuştum bebek emzirme önlüğü türü şeyler. Ama ne görüntüsü ne de işlevi beni kesmiyor bu örtülerin. O yüzden masanın başına oturuyorum. Önce beynimde, sonra kağıt üstünde, en son da bir mukavva kutunun prototipliği önderliğinde seyyar bir emzirme ünitesi üretimine koyuluyorum. Portatif, kuş yuvasından hallice bir mukavva çadır yapıyorum. İki yanında açılan pencereli. Çatısı falan da var ha. Çatıdan da çocuk emerken eğlensin diye sarkan minik objeler… Bir yandan yapıyor bir yandan hayal kuruyorum. İcadımın önce patentini alacağım, sonra dünya devi bebek mağazalarına hakkını satacağım. İki üç sezon sonraki yeni tiplerine eklenecek değişiklikleri bile kazımışım kafama. Mağazalar kıyasıya mücadele edecek ürünümün satış hakkı için. Turnayı gözünden vurmuşum, paraya para demeyeceğim çok yakında. Ancak durum öyle olmuyor. Ünitemin durma, tutma, sağdan sola geçirme gibi teknik detayları işin içine girince bu işi bilenlerine bırakıp sessiz sedasız dünya devi bebe firmalarıyla görüşme hayalini noktalıyorum.
Oğluma, iki yaşını doldurduktan hemen sonra, “hadi bakalım naşşş” dediğimde sütten kesiliyor ama göğsümden kopamıyor kolay kolay. Eli orada kalıyor. Bir şeyden korktuğunda ya da bir şeye sevindiğinde, uykusu geldiğinde hep yakınında olmam, onun da elini bluzumun yakasından içeri daldırması gerekiyor. Özellikle de uyumaya çalışırken, yanında duvar gibi durmam lazım geliyor ki eli rahat etsin.
Bir ay, iki ay, altı ay derken bana da daral geliyor haliyle. Elini yavaş yavaş yukarı çıkartma taktiklerine başlıyoruz. Çocuğun arası yok ki. Bu sefer de çene altında ısrar ediyor. “Kaldır boynunu anne”. Kaldırıyorum. Bir sağa bir sola, bir üste bir alta gezdirerek tam koordinat olarak düşündüğü noktada “indir çeneni anne” diyor. Beni, çenemin altında bir el, boynum robot gibi hareket etmeksizin, o uykuya dalana kadar beklediğim geceler bekliyor bu kez de. “Oğlum ne anlıyorsun böyle” diye soruyorum. “Enerji alıyorum” diyor. Yanlışlıkla kaykıldın mı? Eyvah eyvah. “Kaybettin enerji noktasını” deyip hem papara yiyorsun, hem de merasime tekrar başlıyoruz.
Acaba benim oğlan fetişist mi yoksa bu iki yıl emzirmenin uzantısını mı yaşıyorum? Acaba bu iki yıl biraz fazla mıydı? Bağımlılık mı yapıyor? Bunu bir daha düşünmek lazım. Çünkü benzer hikayeleri duyuyorum bu uzun soluklu anne sütü alan çocukların annelerinden.
Kesemedim dostlar. “Boyun da boyun” diye kollarını açan bir oğlum var. Şimdilerde koordinat olayı yok ama bu el boyun ve sine arasındaki geçişte tutulu olarak uykuya dalıyoruz hala. Sanki “elim sende” oynuyoruz. Ben o eli başımın üstüne elbette taç yaparım da, boynumda gerdanlık misali taşımak biraz ağır geliyor. Zaten sevmem gerdanlık, kısa kolye falan :)
Amma ve lakin oğlum boynumdan enerji alırmış. Bu enerji de onu rahatlatırmış. O zaman napcan? Katlancan… Mecbuuur….
Paylaş