Paylaş
Dil öğrenmeye, özellikle de kısa süre için, yurt dışına giden yurdum insanının hemen hepsinde bir slogan mevcuttur. “Türklerin olmadığı ya da en az olduğu bir yere ve okula gitmek istiyorum.”
Bu, kendini sadece İngilizce konuşmaya mecbur tutup, dili çabucak ya da seri bir şekilde öğrenmek istemelerindendir aslında. Kötü bir niyet ya da özünden utanmışlık falan değildir. Tamam, bütün arkadaşlarımızı yabancı seçelim örneğin ama bir memleketliyi görünce de “günaydın” demek İngilizcemizi daha az geliştirmez. Amma velakin, kolay konuşan, kolay kaynaşan tipler olduğumuz, bir selam sonrasında da daha fazlasının geleceğini bildiğimiz için, uzak durmaya çalışırız işte.
Bunu, bizim gibi konuşkan İtlayan ve İspanyol öğrencilerin de çok yaptığını, dili iyice öğrenip değişik milletleri anlayabildiğimde öğrendim elbette.
Ben bunlardan biri değildim. Çünkü istediğim zaman dönerim mantığı ile gittiğim için zaman sınırlamam yoktu. Zaten konuşmayı pek bir severim. Dilbazın tekiyim. Buldum da bunayacak mıyım? Gelmişim hiçbir şeyini bilmediğim bir şehre, soracağım iki bin adet soru birikmiş. ‘Bir Türk görsem de soru sorsam, sonra da arkadaş olsam’ diye dört gözle bakınıyorum okulda etrafa…
Aylardan Şubat. Londra’ya gelişim ikinci günü. İngilizcem çat ve pat şeklinde. İlk gün bir av bulamamışım. İşte bu ikinci gün şansım yaver gidecek mi beklemedeyim ders aralarında. O sıra bir kız, koridorda ilerleyen başka bir kıza “Hi Berta” diyor. Diğeri de ona “Hi Maria”… Öpüyorlar birbirlerini. Berta’ya bakıyorum. Goldie Hawn’in esmer sürümü. Saçları bile aynı neredeyse. Ne kadar da tanıdık geliyor. Ama bu tanıdıklık Goldie’den değil. Robotik yüz hafızamın bir yerlerinde var bu iri gözler.
Maria ve Berta birkaç dakika konuştuktan sonra ayrılıyorlar. Berta tam benim karşımdaki sandalyelerden birine oturuyor. Bir ara gözlerimiz buluşuyor ama hemen çekiyor o. İşte yine o dakikada başka bir kız daha gelip, Berta’ya Türkçe “selam, ne haber” demez mi? Bizimki kısık sesle ama bülbül gibi dilimizi konuşmaya başlıyor. Bilmiyor ki bende kulak sağlam. Dudak bile okuyacağım neredeyse o kadar bir Türk’e açım. Anlıyorum bu kız bizden. İki gündür et bulamamış kaplan edasıyla avıma yaklaşıyorum. “Merhaba” diyorum. Benim av, gafil avlanmanın verdiği asabiyetle gayet mat ve çabucak bir “merhaba” diyor geri. Kafasını öbür kıza çeviriyor hemencecik. Hanımefendide bir film yıldızı edası ben ise yeni yetme paparazzi sanki. Avı kaçırmaya hiç niyetim yok.
- "Sizi bir yerlerden görmüşlüğüm var. Gördüğüm yüzü unutmam da" diye sevecenlikle yaklaşıyorum.
"Bana ne edasıyla” suratıma bakıp cevap veriyor.
- Okulda görmüşsünüzdür.
- Yok, ben daha dün başladım okula. Buradan değil. Ankara’dan mı geldiniz? Belki üniversitemde falan görmüşümdür.
- Hayır, hiç Ankara’da bulunmadım. İstanbul’dan geldim ben.
Sıkıldığı belli benden. İstediği kadar sıkılsın. Sorularım var benim birikmiş. Seni seçtim hatun. Bu şehirde bana sen yol göstereceksin. Hem üstelik tanıyorum ben seni bir yerlerden.
- Hım, ben de pek İstanbul’u bilmem. Lakin eminim ben sizi birden fazla gördüm bir yerlerde. Peki, hiç Samsun’da bulundunuz mu?
Anam Berta’nın yüzü bir ışıldıyor. O soğuk iri gözler sevgiyle bir kısılıyor.
- Samsunluyum ben zaten. 19 Mayıs Lisesi’nden mi tanışıyoruz yoksa?
- Yok, o liseye gitmedim ama kesin seni Çiftlik Caddesi’nde falan gördüm demek ki. Aklımda kalmışsın işte.
Hemen yerinden kalktı. Adımı sordu.
- Ben Elif
- Ben de Ayşe
Meğerse İngilizceyi kolay ilerleteyim diye kendini öyle tanıtıyormuş okulda bizimki. Bir iki Türk'ten başkasına selam vermezmiş. Bugün de bana yakalanmış işte.
“İspanyol ya da İtalyan'ım desem okul onlarla dolu. Bir kelime etseler gümleyeceğim. Okulda İsrail’den tek tük ya var ya yok. O yüzden bu milliyeti ve ismi aldım, tipten de kaybetmiyorum hem” diyor Ayşe.
Hem Türk hem Karadenizli kaynaşmasını o andan sonra yaşadığımız Ayşe ile, o günü Oxford Caddesi’nde memleketimizin şarkılarıyla bağıra bağıra yürürken tamamladığımızda artık arkadaş oluyoruz.
O günden sonra, her günümüz beraber geçmeye başlıyor. Ne İngilizcemizin ilerlemesinde sorun yaşıyoruz ne de geriye gidiyoruz. Ve de iyi anlaşıyoruz üstelik.
Birlikteliğimizi genelde şarkıyla bitiriyoruz. O, metroda benden iki durak öncesinde inene kadar istek parçalarını bana bildiriyor, ben de düğmeme basıldığı an, zaten içimde kalmış şarkıcılık ukdesiyle başlıyorum çığırmaya. “Belki metroda keşfedilirim” diye hayal bile kuruyorum hem. Çok ünlü olabilirim ama, ne zaman şarkıya başlasam, serçe sesiyle Ayşe bana vokal yapmaya başlıyor, şarkıyı detone ediyor. Onu kırmak istemediğim için susturamıyorum da. Arkadaşım için ben kariyerimden vazgeçiyorum sonunda. Sonrasında ise Allah Ayşe’ye kendi kulvarında “yürü ya kulum” diyor ben ise küçük bir barın bile şarkıcısı olamıyorum.
Demem o ki, başka ülkelerde güzel dilimizi konuşmak sizi geriletmez. Ancak, o diyarlara gidip, sadece kendi insanınızdan çevre yapar, sadece o çevrede kendi dilinin konuşur, gözlerini ve faaliyetlerini etraftaki mozaikten tamamen ayırırsan yerinde sayarsın. Bu nedenle, aynı kültürden gelmişliğinin uzantısı olarak, kendi insanınla zaman geçirmek o diyarlarda ne kadar özel, güzel ve önemlidir. Çevreni dünya insanıyla zenginleştirir, onlarla sohbet ve faaliyet alış verişine girersen, hem zaten kolay çıkarsın basamaklardan hem de mutlu mesut idare edersin hem yenisini hem de var olan öz dilini.
Paylaş