Paylaş
Yirmi dört yaşındaydı sınıftan içeri girdiğinde. Biz on yedi yaşımızla veda ederken, o da yirmi altısını doldurmasına ramak kala çıkıyordu gri demir kapısından lisemizin.
Uzun, dalgalı gür saçları vardı. Hafif çekik siyah gözleri pırıl pırıldı. Sert miydi yumuşak mı anlayamamıştık hemen. İstanbul’dan okulumuza gelen bu öğretmene hayran hayran bakıyorduk. Kırmızı ojeli ellerini uzun saçlarının arasından geçirdi kendini tanıtırken.
“Adım Sibel AKAN. Tarih öğretmeninizim. Ayrıca da sınıf öğretmeniniz…”
Tarih tarih olalı bu kadar hoş bir tarihçi görmemişti bizim oralarda. Üstüne bir de bizim sınıfın rehber öğretmeniydi.
Hemen sorulara başlamıştık. Nereden gelmişti, nerelere gidiyordu, buralarda kalıcı mıydı, kimin nesiydi?
Taze öğretmendi. İdealistti. Taze bilgilerini, o taze öğrenmişliğiyle bizlere geçirdiğinde, biz bu kadar şanslı olduğumuzun farkında mıydık o zamanlar bilmiyorum ama şahsıma kesinlikle yaramıştı. Zira üniversite sınavında tarih sorularımdan tek bir yanlışım çıkmamıştı. Oysa elektriğini alamadığım coğrafya hocası da, coğrafyanın kendisi de beni bu sınavda yerin dibine soktu desem yanlış olmaz.
İlerleyen haftalarda, rehberlik derslerinde sorduğumuz sorular sayesinde az çok öğrenmiştik tarihçimizin tarihini.
Eğitim: Kocasinan Lisesi, İstanbul Üniversitesi
İkamet: İstanbul, Bahçelievler
Aile: Ev hanımı bir anne ve subay bir babanın iki kızından biri. Nilüfer adında bir ablası var.
Tuttuğu takım: Beşiktaş,
Burç: Yengeç
Medeni hali: Bekar.
Hayalindeki fakülte hukukmuş ama avukat değil tarih öğretmeni olarak kaderi şekillenmiş. Aman iyi ki de öyle olmuş… İlçede kaldığı üç yıl boyunca alıp başını yürüyecekti Sibel Akan. Duruşuyla, verdiği eğitimle, tatlı sert tutumuyla… Hepimiz tarihe ilgi duyar olmuştuk. Ya da ben herkesi kendim gibi sanıyor olabilirdim. Yok canım… Baksana, kitap kapağı açmayan beyler tayfası bile Osmanlı-Rus savaşlarını anlatır olmuştu şakır şakır. Öyle ki, öbür derslerden kesip tarihe ağırlık veriyorduk ki hocamızın gözüne girelim. Bereket tanrıçası Kybele’den ismini alan Sibel Hoca hayatımıza girdiğinden beri tarihi bir bereket yaşamaya başlamıştı okul.
Sibel öğretmenimiz çok da şık ve güzel giyinirdi. En çok çivit mavisi ile bordo ebruli hırkası yakışırdı bana göre. Hele de basende üç düğmeyle kapanan kalın bantlı kruvaze hırkası akım yaratacaktı. Meğer kaç kişi ödünç almış o hırkasını örnek için. Geri basar mıyım? Ben de aldırdım. Adımdaki ebruya rengine vermiş bu rengi okulda taşımamız yasak olduğundan füme rengi yün ile birkaç hafta içinde örüldü benim Sibel hırkam da. Ayy o hırkayı sırtıma geçirdiğim gün sanki oldum Sibel Hoca.
“Baba ben derviş miyem hırkamı giymiş miyem” den yola çıktım. Hocamdan devir alıp giydim farz ederek Sibel Hoca’lık makamına erdim sanki.
‘Kızım sen kendini ne sanıyon? Şu çırpı halin, uzun ince ve bir sıkımlık boynun, kısacık saçlarınla, ergenliğin en okkalı günlerini yaşadığın şu zamanlarında, istersen Elie Saab giy ister Valentino, ne Sybell olursun ne Sibel’ desem de içimden, yine de taşıdım gururla esvabımı.
Rehberlik dersimizde bir içim su olurdu. Tadından yenmezdi. Birlikte güler eğlenirdik. Sınıfın komikleri ardı ardına patlatırlardı esprileri, kimimiz şarkı söylerdik, kimimiz fıkra anlatırdık. O mahur beste çalar, hocamızla biz, ağlamak yerine, güler kırılırdık.
Ama ders tarih ya da inkılap oldu muydu, dersin son beş dakikasına kadar pür dikkat kelle koltukta dinlerdik onu. Hadi bir espri patlatsın sınıfın önde gidenleri, valla mezzo soprano sesiyle bir gürledi miydi, sus pus edip sınıfı, ya yeniçeri birliğine katıp İstanbul’u fethettirirdi bize ya Yavuz Selim’in Çaldıran seferine topun ucunda yollar, ya Lozan Anlaşması'nda hazır olda bulundurur yahut o Sivas senin bu Erzurum benim, kongre kongre Anadolu’yu baştan başa dolaştırırdı.
Sesinin neredeyse tamamen kısıldığı ve bu yüzden dersini en minik sesiyle anlatmaya çalıştığı günü hatırlarım. Arka taraflardaki espri ekibinden gelen ve bizi güldürüp onu şaha kaldıran konuşmalara karşıt, “kafamın tasını attırmayın, benim sesimi de fazla zorlatmayın bakışlarını teker teker üzerimizde gezdirdikten sonra, elindeki cetveli masanın üzerine öyle bir vurmuştu ki, masa dile gelip “yandım Allah” diyemedi ama biz “yanarız alimallah” korkusuyla, başımızı sıranın bir taraflarına sokup, haddimizi bilmiş, o da sessiz tarihine geri dönmüştü.
Ha dersi bitti mi? Eyvallah. Zil çalana kadar var mı fıkra anlatmak isteyen, var mı türkü çığıran parmağını kaldırsın. Sorun yok. Lokumdan tatlı, kahveden bol muhabbetli arkadaşımız Sibel olur, neşeli kahkahaları sınıfı sarardı.
“Ne tatlı komşumuzdun sen Fahriye Abla”dan hallice, “Ne de tatlı hocamız Sibel”imiz vardı bizim de.
Ondan bana geçirilen tarih sevgisi biraz da maceracı ruhumla karışınca arkeolojiye doğru ilerlemem kaçınılmaz olmuştu. Eee hırkasını da giydik tabii. Benzer konulara yelken açmamdan daha doğal ne olabilirdi?
Demek ki neymiş? Bazen, doğru bir öğretmen, çocuğun ya da gencin seçimlerinde bir kaynak, bir yol gösterici, bir kılavuz ya da yönlendirici olabilirmiş. Çok sevdiği bir derse, öğretmenin yanlış tutumundan dolayı sırt çevirebilir, hiç sevmediğini düşündüğü bir derse ise yine bir öğretmen sayesinde ilgi gösterebilirmiş yarının büyükleri. Belki bir sürü gence, gerek yaşam stilinle, gerek bakış açınla, gerek tarzınla, gerek konuşma biçiminle, gerekse duruşunla örnek olursun farkında ol ya olma.
Hem dersiyle, hem tarzıyla, hem güzelliğiyle onun için yaptığımız tahta bir Hitit Tavananna’sı, bir mitoloji tanrıçası, bir Orta Çağ Kraliçesi ya da Haseki Sultan olarak oturmuştu SİBEL AKAN. Bizim görmediğimiz taht kavgaları yaşandı mı perdeler arkasında bilemem ama çıktığı o tahttan kimse indiremedi onu. Hep yıldız kaldı yüreğimizde, her daim parladı…
Paylaş