Paylaş
Babaannemin kocaman bahçesinin içindeki dut ağacıdır benim çocukluğum. Biri ağaca çıkar, dalları sertçe sallar ve yağmur yağdırırdı. Dut yağmuru… Ağacın altına serilen sergene patır patır düşen bu yağmurlar altındadır o çocukluğum.
Sonra, kendi bahçelerindeki ağacın dutlarını, köşedeki odun ateşine oturtulmuş kocaman kara tavada kaynatan Ayşe ve Fatma Ninelerimin pekmezine bulanarak devam eder bu çocukluk. O simsiyah pekmezin konulduğu küplerin tarafına koşar, yeşil mutfak kapısından geçiverir ve kahverengi testinin kapağından içeri dalar parmakları çocukluğumun…
Dut kokusunu severim ben. Çünkü o koku benim tek basamaklı yaşlarımın aromasıdır.
Evimizin karşısında, bana uçsuz bucaksız gelen Dursine Yenge’nin yemyeşil bahçesindeki dut ağacıdır sonra çocukluğum… Daha okula gitmezken, kah anneannemin kah babaannemin bahçeleri arasında oynamaktan bunalıp, başka bahçelerde aylak aylak dolaşıp ilginç bir şeyleri bulma merakıyla daldığım yerlerden biri orası. O da ne? Bu bahçede bir de karadut ağacı var. Ama dallarına uzanacak boyum yok… Kırmızı ve kuzu büyüklüğündeki karadutlar… Yere düşeni bile ağzıma atmaya çoktan razı olsam da henüz karalığa erişmemiş, henüz tam düşme kıvamına gelmemişler ki. Onlar ulaşması güç hayallerin simgesi… Bulduğunla yetinmenin, elindekinin kıymetini bilmenin simgesi… Yine beyaz duta dönüş hikayesi…
Erik… Can erik, canım erik… İsterse dünyanın en pahalı eriği olsun, hiçbiri, benim komşu bahçelerden aşırdıklarımın tadını vermez. Benim için en güzeli, ağacın dalından kopardığım, sahibi görmeden kaçıp, çocuk gördüğünde cırlayacak olan Fatma Cicianne’nin evini çevreleyen briket duvarın kuytusunda, yıkamaya bile gerek duymadan yediğindir. Suyunu eme eme bitirdiğin çekirdeği, yeniden ağaç olsun diye, ağzınla uzaklara puh diye fırlattığındır. Latife Teyze’nin henüz olgunlaşmadığı için toplamamıza izin vermediği karaca eriklere ne demeli? Henüz yeşilken, gizlice koparıp, cebimdeki kağıda koyup getirdiğim bir parça tuza banıp banıp yediklerim hani… Erik çocukluğumun hırsız köşesidir benim. Ne zaman bir erik ağacı görsem hırsız olurum ben.
Elmayı çok sevmedim hiç. Belki de o yüzden harcamaya kıydığım cephanem o oldu hep. En çok elma ağacı sık sık evcilik oynadığımız Şule’lerin bahçesindeydi. O bahçede başka neler yoktu ki? Ayva, kiraz, armut… Ama en çok elma. Olgunlaşmamış elmayı yemeyi severdim. Tatlı elma benim tadıma acıydı. Şule’nin bahçesinde evcilik oynadığımız bir öğlen sonrasıydı… Aysel ile kavga ediyorduk. Beni itip oradan uzaklaşan Aysel’i durdurmanın yolu ilk uzandığım daldan kopardığım al elmaydı. Çöp gibi bir şeydim ama kuvvetim deliydi. Fırlattım ona doğru. Kızın kafasına isabet eden elma, ilk o gün ve ondan sonra da çok güneşli günlerde arkadaşımın hep burnunun kanamasına sebep oldu. Elma benim kanayan yaramdı. Neyse ki Aysel bir elmanın aramıza girmesine izin vermedi. Farklı takımlarını tuttuğumuz bir yarışmayı izlerken benim yaptığım gövde gösterisine kızdığı bir an ağzımın ortasına bir dirsek darbesi oturtup dişlerimi kanatınca, “Şimdi ödeştik işte” dedi. Kan davamız bitmişti.
Ve incir… Annennem ve babaannemin bahçeleri neredeyse bitişikti. İki bahçe arasındaki sınır ise bir incir ağacı ve bu incir altındaki kuyuydu. İki buçuk metre kadar derin olan kuyudaki su, ancak bir çocuğun bel hizasına gelecek kadardı. Yaz tatili olduğunda bu bahçede koştururduk halamın kızıyla. Telle çevrilmiş bu bahçeden diğer çocuklara kafa tutardım. Sanki o teller beni korurdu. Düşman bölgeye giremez ben de istediğim gibi laf yarıştırabilirdim kalenin içinden.
Altı yaşlarındaydım. Bu kaleye, bir gün, babamın dayısının kızı olan, benden üç yaş büyük Ruhat geldi... Ne güzel arkadaştık onunla. Birlikte incir yerken şeytan dürttü. Ruhat’a “Sen bu kuyuya inemezsin ki” dedim. “İnerim” dedi. “İn de göreyim hadi” dedim bu kez de. Ruhat incirini bitirip, yavaşça kuyuya indi. Bana kendini ispat ettikten sonra da kuyunun taş duvarlarına iki ayağını aça aça çıkmaya başladı. Çıkmasına az kalımı kuyunun ahşap kapağını örtüverdim. Kafasını çarparak sendeledi Ruhat ve gerisin geriye suya düşüverdi. Kapağı hemen açıp beline kadar ıslanmış arkadaşımın yukarı çıkmasına yardım ettim. Çıktığında saçımı çekti Ruhat. Ödeşmiştik. İkimiz de çocuktuk, ikimiz de güldük. Islak ıslak incir yedik. İşte incirler de benim şeytanla arkadaşlığımın tanığıydı.
Ağaçların şahitliğinde büyüdüm ben. Uyumlu bir çocuktum ama sıklıkla şeytan dürtüyordu. Komiklik olsun diye olsa da yaramazlıklarım pek sınır tanımıyordu ve yavaş yavaş ünüm artıyordu. “Bu da büyüyecek de adam olacak” cümlelerini sıkça duyuyordum. Hani derslerim çok iyiydi, verilen her görevi sorumlulukla yerine getiriyordum. Sosyaldim falan. Neden adam olmayacaktım ki? Sulu şakalar yaptığım için mi? Lakin bunları düşünmek ya da düşünebilmek için yaşım çok küçüktü. Ben bildiğim en iyi yolda çocukluğumu ilerletiyordum. Camlardan atlayarak, çarşafın içine girip hortlak olup babaannemi korkutarak, okulun arka bahçesindeki kara lahanaları kökünden söküp, söktüğüm gövdelerin dışını dişlerimle soyup katur kutur yiyerek, siyah üzümlerin kabuğunu yiyip içini oğlanlara doğru üfleyerek… Ama en çok da ağaç dalları arasında kalarak…
Hepimizin, hepinizin çocukluğuna arkadaşlık etmiş ağaçlar vardır değil mi? Bir zamanlar yemyeşil olan çocukluğumuzun içindeki bu ağaç dallarına ne anılar asmışsınızdır. O ağaçların gölgesindeki yaşanmışlıkları biriktirmekten ben hiç yorulmadım. Ya siz?
Çocuklarınıza anılarını asacakları ağaç altı düşleri verin dostlar. O ağacın altında, çocukluklarını hatırlayabilsinler diye ve şanslılarsa, o anıları yine aynı ağacın altında paylaşabilsinler diye verin en çok da. Ve bu ağaçları sevmelerini sağlayın. Büyüdüğünde, bir ağacı yok etmekle çocukluk dallarını kırdığının ve kendi tarihini yok ettiğinin bilincine varsın. Ağaç da çocuk da yaşken eğilir zira…
Paylaş