Çiğdemlerin yıldızlı izdüşümü

Zarfından çıkardığım kartın üzerinde üç çocuk figürü resmedilmişti. Saçları omuz hizasında yuvarlak kesimli bir kız, öbür tarafta uzun dalgalı saçlı başka bir kız ve ortalarında sarı saçlı bir erkek çocuğu.

Haberin Devamı

Onu üniversitedeki son yaz ayının kazısında tanıdım. Kazıya yeni katılan iki arkadaştan biriydi. Kocaman ve çekik gözleri vardı. Işıl ışıl. Japonlara benziyordu aynı. Hatta Ankara’da denk düştüğü bir Japon onu Japonca selamlamıştı kendi memleketlisi zannedip. Zaten sakin de bir yaradılışı olduğundan biz de onu öyle görüyorduk. Bir süre sonra onu ÇİÇİ-SAN olarak çağırmaya başlamıştık. ÇİĞDEM, o yıl dost kapımı çalan ve onun dost kapısını sık sık çalmama izin veren, şeffaf duyguları kalpten kalbe resmettiğim yıldız komşum olmuştu.

Benim heyecanlı yapımın tersine Çiğdem’in karakteri sakindi. Ama onun arkeolojideki heyecanının sınırı yoktu. Hemen anlamıştım. Belki bu iş sahası çok kısıtlı olan mesleğe gönül verecek olanlar varsa işte onlardan biri kesinlikle Çiçisan olacaktı.

Haberin Devamı

Sabahları kazı alanındaki çalışmamıza başlamadan önce, o gün nöbetçi olan iki öğrenci erkenden kalkıp kahvaltıyı hazırlar sonra diğerlerini uyandırırdı. Muzırdım ben. Aklım sadece maceraya çalışıyordu. Zaten arkeoloji okumaya da Indiana Jones filmlerindeki macera sahnelerinden sonra karar vermiştim. Tabii burada gömülü hazinelerin olduğu tropikal ormanlar ve korsanlar falan olmadığından maceralarımın genetiği değişikti.

“Yürü Ataner. Şu su kabını sıkıca tut” diyerek nöbetçi olduğum günlerde zavallı Ataner'i peşimden sürükler, tuttuğu kaptan şırıngaya su doldurup odalara girer ve uzaktan su fışkırtarak milleti uyandırırdım. Kimse benim nöbetçi olduğum zamanda uyandırılmak istemiyordu tabii. Kapıyı kilitleseler, akşamdan kilidini açtığım camdan giriyordum. Şımarıklığım dibe vurmuştu ama bunlar benim için çakma Indiana Jones maceralarıydı. Alıkoyamıyordum.

Erhan’ın beni odadan kovmak için olanca hızıyla fırlattığı terliği, ben eğildiğim için henüz şırınga sırası gelmemiş Baki’nin kafasına isabet edince anında toz olmuşluğum da var, Tayyar’ın “Ebru git başımdan, seni gördükçe sinirlerim zıplıyor. Bir şey yapmasan bile otomatik sinirleniyorum. Sabahları gözüme gözükme” demesine rağmen heykel gibi hala dikilmişliğim de.

Haberin Devamı

Oysa Çiğdem nöbetçi olduğunda, sakin sakin bir hemşire Florence Nightingale edasıyla odaya girer, herkesin yatağına usulca yaklaşır, gaipten gelen sesiyle arkadaşlarının başlarını okşayarak ya da omuzlarına melek konmuş gibi usulca sallayarak uyandırırdı. Güne sakince, güzel bir şarkı eşliğinde başlar gibi uyanan insanlar da itiraz etmeden kalkarlardı.

Kahvaltı sonrası kazı alanına gider çalışmaya başlardık. Çiğdem ve ben bir Roma dönemi duvarını ortaya çıkarmaya çalışıyorduk. Sonra Alman Arkeoloji Enstitüsü’nden Dr. Frank gelince, onun tez çalışmaları için fotoğraf çalışmalarına yardım için görevlendirildik. Frank Türkçe biliyordu. Ama Çiğdem onunla İngilizce de konuşurdu. Ve hatta Çiğdem’in İtalyancası da vardı. Çünkü babasının işi dolayısıyla ilkokulu İtalya’da okumuştu ve dili unutmamak için evde çalışmaya devam ediyordu. Bir gün kazıya İtalyanlar gelince Çiçisan onlara ne güzel de şakımıştı. Hayran hayran ve alık alık dinleyip dilsizliğime lanet etsem de, kendime gelip bu eksik tarafımı yamamaya karar verdim.

Haberin Devamı

Akşam yemeği hep bir eğlenceli geçerdi kazıda. Yemek bitince, “hadi bakalım başlayın” deyince Coşkun hoca, başımızın üstündeki ayın eşliğinde şarkılara başlar, Kalamış’tan bir tatlı huzur alır, Heybeli’de mehtaba çıkar, lepiska saçlı Çerkez kızlarını överdik. Buram buram yayılırdı sessimiz köyün sessizliğine. Gülpınar’da yıldızlar bir başka parlardı. Yemekten sonra, okulun sarı boyalı duvarına yaslanır hem bu yıldızları hem de aşağıda oynaşan teknelerin turuncu ışıklarına seyre dalardık Çiçisanla. Çiğdemlerin yıldızlı izdüşümüydü benim için o.

Bir süre sonra bu yıldız akşamlarına Burak da katıldı. Ufak tefek, sarı saçlı mavi gözlü sınıf arkadaşım Burak, Çiçisan ve ben, elimizde şiir kitapları, dinletimizi yapar, sonra da kahkahalı sohbetler ederdik. Uzaktan çekilen bir fotoğraf olsaydı bizi şöyle tasvir ederdi: Yuvarlak kesimli siyah saçlı bir kız, uzun kumral dalgalı saçlı öbür kız ve aralarında sarı saçlı bir erkek, kafaları yukarıda, genç yüzleri mutlu…

Haberin Devamı

Çiğdemlerin yıldızlı izdüşümü

Burak ve ben bu son kazı yılından sonra eylül ayında diplomalarımızı alıp okulda iki yılı daha olan Çiğdem’le vedalaştık. Ben dil yamamın İngiltere’de olduğuna karar verip işlemlerimi hallettim. Burak Fransızca, Almanca ve İngilizcesini konuşturacağı bir alandaki işlere bakmaya başladı.

Ankara’dan ve Türkiye’den ayrılmama sayılı günler kala Çiğdem ve ablasının evinde toplandık. Yedik içtik eğlendik derken kâh Hamlet’den kâh İlahi Komedya’dan aklımızda kalan sözleri kullanarak sahnelemeye başladık Çiçisan’la. Ablası Mine:

“Yahu Ebru sen bir artizzzsin ha” deyince karşılık verdim : “He ya değil mi! Ben bir yıldızım ben bir yıldızım!”

Kuru dağ çiçeklerinin asılı olduğu şöminelerinin etrafındaki mumların gölgesinde dinlenirken, elinde bir hediye ile geldi Çiçisan. Bana uzattı. Utanarak “güle güle git” hediyemi açtım. Umut şiirleri adı altında toplanmış, içinde beraber okuduğumuz şiirlerin de yer aldığı kitabı severek kucakladım. Kitabın arasında bir de minik bir zarf vardı.

Haberin Devamı

“Karta bak bakalım sana ne hatırlatacak” diye sordu Çiğdem.

Zarfından çıkardığım kartın üzerinde üç çocuk figürü resmedilmişti. Saçları omuz hizasında yuvarlak kesimli bir kız, öbür tarafta uzun dalgalı saçlı başka bir kız ve ortalarında sarı saçlı bir erkek çocuğu. Hepsinin başı gökyüzüne kalkmış ve birbirlerine ışıldayan yıldızları işaret eden bu tasvir bizim yıldız dostluğumuzun ve biz üçümüzün gölgesiydi adeta.

“Seninle hep yıldızları paylaştık arkadaşım” dedi Çiğdem.

“Seninle hep yıldızları sevdik Çiçisan” dedim ben de.

Kartı tekrar kitabımın arasına koydum. Ve kitabımla birlikte uzaktaki adaya yüzdüm.

***

Bir iki yıl birbirimizden bir şekilde haber aldık ama hayatın bizi hızına katmasıyla iletişimimiz sekteye uğrayıvermişti. İşte bu sıralarda Çiğdem’in İtalya’ya Burak’ın ise Fransa’ya gittiğini öğrendim. İlerleyen yıllar içinde adresler, dolayısıyla ev telefonları değiştiği için iletişimimiz kesilmişti. Tekrar buluşabilmek ya da haberleşebilmek için tam tamına sekiz yıl geçecekti.

Hayatımıza elektronik posta girdiğinde ve artık hepimizin ayağı ülke toprağına bastığında ortak tanıdıklar sayesinde haberleşebildik yıldız arkadaşlarımla. Bu postalardan birinde İtalya’dan yeniden burs aldığını müjdeleyen Çiçisan, doktorasını belki orada yapacağını, birkaç işi için İstanbul’a geleceğini, Çizme’ye gitmeden önce beni kucaklamak istediğini söylüyordu.

Çiğdemlerin yıldızlı izdüşümü

O gün gelip çattı. İstiklal Caddesi’nde kucakladık birbirimizi. Sonra da hemen ilk gördüğümüz kafeye dalıverdik. Sekiz yıllık görüşememişliğin hararetiyle konuşmaya başladık. Noktasız virgülsüz konuştum, kesmesiz parantezsiz dinledi beni Çiğdem. Sonra o sakince konuştu ben heyecanla dinledim onu. Ayrılma vakti geldiğinde çantasından küçük bir paket çıkardı. Kızardım. Hediye aldığım için ve onun kadar ince düşünmemiş olduğum için.

Teşekkür ederek paketi açtım. İçinden siyah bir kolye çıktı. Minik minik yıldızların birbirlerine bağlanmasıyla oluşmuş kolyeyi anında çok sevdim. Ellerim titredi takamadım. Dost elini dost elime koyup kolyeyi aldı benden. “Ben takayım”

Boynuma taktığı kolyeyi seyretti sonra.

“Seninle hep yıldızları paylaştık arkadaşım”

“Seninle hep yıldızları sevdik Çiçisan”

Gülümsedik.

Yandaki aynadan kolyemi seyredip saçlarımı ileri geri salladım teatral edayla.

“Yine artizzz yine yıldız oldum değil mi Çiçisan?”

“Yine yıldız oldun Ebru”

Çekik gözleri dost dost yıldızlarla doldu...

Yazarın Tüm Yazıları