Paylaş
Hiç hoş değil biliyorum. Biliyorum da elimde değil. Yolda giderken tökezleyen ya da düşene çok gülüyorum. Kendim düşsem de öyle ama. Düştüğüm yerde doğrulup gülüyorum dakikalarca. Sarsıntı anımı, düşerken yüzümün aldığını düşündüğüm hali ve yerde aldığım pozisyonu. Sanırsın ki hayatta beni güldüren başka bir şey yok da hazır düşmüşüm ya da düşen görmüşüm bir sinirlerimi boşaltıvereyim hele, şöyle keyifleneyim demişim. Ha tabii gidip yüzlerine karşı göbeği tuta tuta gülmüyorum. Arkamı dönüyorum, kuytuya gidiyorum falan.
Şimdi yanlış anlaşılmasın. Bu demek değil ki, canı acımış olan birinin ardından eğleniyorum. Yok. Öyle komik biçimde sendeleyen ve masumca, acısız, komik düşenlerle benim eğlencem.
Çok düştüm ben. Durduğum yerde iki ayağım birbirine takılarak düşüşüm de var, tökezleyip uçan sincap gibi kanatlarımı açarak zeminle öpüştüğüm de. Hatta son düşüşümde canım öyle bir yanıyor ki, kimsenin geçmediği biz zaman diliminde yerden doğrulmamım mümkün olmadığı bir beş dakika Medine dilencisi gibi oturmak zorunda kalıyorum. Önüme mendil koysam para bile toplayabilirim de gülen dilenciye papel verilir mi?
İrili ufaklı böyle kapaklanmalarımın dışında bir tanesi ki var ki bana ders için gönderildiğine inanıyorum.
Şimdi, söylemeden edemeyeceğim. Pek bir aram yok gibi. Bazı konularda kendimi yontmaya çalışıp hafif esnediğim olsa da genelde iki uçlarda her hareketim ya da düşüncem.
İlkokulda lakabım leylekti ya hani. Uzunum ki hem ne kadar. Boynum da maşallah kuğu. Zayıf omuzlarım uzun boynumu pek taşıyamıyor. Ben bu boynumu güya kısaltmak için aşağıya doğru devekuşu gibi içeri çekmeye çalışıyorum. “Allahım bu kız ne zaman güzelleşecek” bakışlarıyla beni süzen annem, kuğusuna sesleniyor:
“Kambur durma, başını dikleştir”
He, dik durunca zürafa gibi duran sen değilsin tabii.
Neyse, kambur durup deve ya da deve kuşu olacağıma, dik durup zürafa olmayı kabul ediyorum. Dedim ya aram yok diye. Bu sefer de bayağı bir yukarıda tutuyorum başımı. Lakin bu duruş artık sabitleniyor. Ben aşağıya bakarsam düşecekmişim gibi yürüyorum. Şimdi de babam soruyor çenen niye havada yürüyorsun diye. Burnu havada bir tipleme gibi görünüyormuşum. Eee ama valla çok geç. Artık karakterim de çene açım da oturdu. Değiştiremem.
İşte, acaba bu sık sık düşmelerimin nedeni, söz konusu olan baş ve çenemin açısını ayarlayamamış olmam mı? Aşağıdaki tehlikeleri göremediğim için mi selam çakıyorum zemine?
Efendim gelelim şu düşme hikayeme. Londra’daki öğrencilik yıllarım. Ellerim ceplerimde, baş ve çenem havada sokak sokak öğrenci öğrenci geziyorum. Bu sokaklarda ara sıra tökezliyorum, çarpıyorum, düşüyorum. Olsun. Yar bana bir eğlence. Şehirdeki sonraki yıllarımda ise artık iş kadınıyım. Daha bir düzgün ve temkinle yürümem gerekiyor. Zira artık topuklar üzerindeyim.
Ha topuklu giydim de feminen mi oldum? Daha mı narin yürüyeceğim? Ruhum dört nala benim. Dolayısıyla at gibi koşuyorum hep. Tek farkım nallarımın topuklu olması.
Evimin olduğu Highgate metrosuna inen yokuştan ayağımdaki topuklu ayakkabılarımla inerken başım olabildiğince dik. İş kadınıyım dikliği değil. Ayarsızlık dikliği. Ha işte o diklikten dolayı önümdeki minik dal parçasını göremediğim için ayağım tökezliyor ve olduğum yere yıkılıyorum. Gelip geçenler iyi misiniz yardım edelim derken ben acım da olmadığı için sesli sesli gülüyorum iyiyim diye. Hemen kalkıp işe geç kalmamak için metroya doğru yürümeye devam ediyorum. Trene bin derken ilerliyoruz raylarda. Ben yine aşağı bakmadığım için ayağımı görmüyorum tabii. Karşımda oturan bayan ayağımı işaret ediyor. “Hastaneye gitmelisin” diye de ekliyor.
Amanın. Benim ayak davul olmuş. Daha düşeli iki dakika bile olmamışken. Olsun madem. Şanslıyım. Çünkü ilk durağım Archway istasyonu ve bu istasyonun hemen üç yüz metre arkasında hastane var. Oraya gidip gösterebilirim.
Tren duruyor. Ben ayağa kalkmak için yanımdaki tutma kolunu kavrıyorum. Ayağa kalkıyorum ama ayakta durmak ne mümkün. Adım atmamın imkânı yok. Acıyla kıvranırken metrodakilerin yardımıyla platforma iniyorum ama duvara yaslı durabiliyorum. Ne ileri ne geri gidebiliyorum buradan sonra. Hemen bir genç iş adamı yardım edebilir miyim diye yanıma geliyor. Lütfen diyorum ben de. Koluma girip beni ilerletmeye çalışıyor ama olmuyor. Şişen ayağıma gıdım ağırlık veremediğim için olduğumu yerden on santim dahi” ilerleyemiyoruz.
“Sakıncası yoksa sizi yürüyen merdivenlere kadar kucağımda taşıyayım” diyor adam.
Ay ne sakıncası olacak ayol. Da… Her ne kadar, o zamanlar bu zamankinden çok çok ince de olsam bir beton halim var benim. Ağırım. Hem ne.
“Çok teşekkür ederim, çok naziksiniz ama biraz ağırım ben” diyorum.
“Benim kadar değilsinizdir ya, taşıyabilirim” diyor o da.
Eh eyi madem goçum.
Genç iş adamı, işine geç kalmayı göze alarak beni kaldırıyor. Kaldırmasıyla birlikte “Allah benim belamı versin neye bulaştım ben” diye hissettiğini patlayacak gibi şişen boyun damarlarından anlıyorum. Sadece on metre ötemizdeki yürüyen merdivenlere gelene kadar kan ter içinde kalan adama teşekkür edip, merdivene biniyorum ve yukarı çıkıyorum.
Şimdi ki hedefim merdivenin başından yirmi metre uzaklıktaki telefon kulübeleri. Taksi çağırıp hastaneye gideceğim. Ayağım iyice şişmiş ve bu sefer iyice de morarmış. Yine birinin yardımıyla kulübelere gidip taksi için arama yapıyorum ama en yakın taksinin yarım saat sonra gelebileceğini söylüyor firma. Öyle yoldan geçen taksi yok burada. Ancak merkezde.
Durumumu gören bir bayan ve orta yaşlı bir bey geliyor bu sefer. Yardım öneriyorlar. Arkadaki hastaneye gideceğimi ama taksi olmadığını söylüyorum. Biz götürelim diyorlar. Biri bir koluma diğeri öbürüne geçerek ilerletmeye çalışıyorlar. Yok olmuyor. İkisi ellerini tahtırevan gibi yapıp beni oturtuyorlar ki biraz da öyle gidelim. Ama külçe gibi olduğum için onları da yoruyorum. Kız İrlandalı adam İskoç. Ağır ağır yürürken sohbet ediyoruz da oradan biliyorum. Allahım üç yüz metreyi gidemiyoruz. Ara ara Cesur Yürek İskoç beni tek taşımaya devam ediyor. Kucağında, sırtında, omzunda. En son beni, hani kız kaçırırsın da omzuna doğru baş aşağı atarsın ya, ha işte aynı öyle taşıyor.
Fıkralardaki gibi bir Karadenizli bir İrlandalı bir İskoç’uz. Hiçbirimizin aklına, hastaneye gitmek yerine, bir koşu oradan tekerlekli sandalyeyi alıp aşağı gelmek ve onunla beni taşımak gelmiyor. Tam kırk beş dakika terk dökerek hastaneye vardığımızda, ben başta Cesur Yürek olmak üzere bu insanlara minnet duyarken onlar için hayatlarının en “ağır” gününü yaşattığımı düşünüyorum.
Bir küçük düşme ile iki ay koltuk değneklerine mahkûm kalıyorum.
Yani, belki o gördüğüm masum düşüşler belki olayların sıcak anı. Belki acısı sonradan çıkıyor. Ayıp değil mi bana? Kıkırdıyorum. Kendini dizginle, sırıtma diyorum bundan kelli.
Televizyonda, örneğin Oscar töreninde, kırmızı halıda yürürken takılıp düşenlere falan çok güldüğüm doğrudur. Ama sanırım artık canlı yayın düşmelerinde daha iyiyimdir. Öyle olduğumu düşünüyorum. Çok uzun yıldır karşılaşmadım yanımda düşen ya da tökezleyenle. Acaba görsem hala güler miyim şuursuzca?
Test düşüşü lazım. Bilim adına hani. Bakalım olmuş muyum? Haddimi biliyor muyum?
Benim için bir zahmet düşer misiniz?
Paylaş