Paylaş
Bazı insanlar oldukça ince olmalarına rağmen kendilerinde hep bir kusur bulurlar. “Şuramda biraz fazlalık var” derler örneğin. O gösterdiği yer iki parmağının arasına sıkışsa yarım santim bile etmez ya, gel de anlat. Bazıları ise şiştikçe şişmelerine rağmen kendilerini hep ince görürler. Gözleri hep aynı bakar kendilerine. Bu ikinci tipin tipleri daha nadirdir sanırım. Eee, ben de nadir bir insanım. O yüzdendir ki bu ikinci guruba dahilim.
Yirmili yaşlarım 50 kilolarda seyretti hep. 26 yaşımda ise 52’ye çıktığımı görünce “eyvah eyvah” diyerek hayatımın ilk diyetine başlayıverdim. Lakin, beni ben yapan bu 50 kilo damgasını tekrar kazanmaya çalıştıkça ben onar onar çıktım bu kilo merdivenlerinden. İnişim ise birer ikişer oldu.
Londra’daki son yılım, İstanbul’da da başlayacak kariyer hayatım için ciciler almakla geçti. “Ye kürküm ye” dünyasına gideceğim diye maaşımı iki takımla iç ettiğim bile olmuştur. Sonunda, geniş bir iş kadını takım elbisesi kreasyonu ile ülkeme döndüğümde hala incecik olmanın dayanılmaz hafifliğini yaşıyordum.
Pat diye iş bulacağımı, havada kapılacağımı düşünürken, gördüm ki başvurduğum hiçbir yerden bir çağrı almıyorum. Londra’daki iş hayatımın yoğunluğu ve istediğim işi kapmışlığımın verdiği öz güven tabana vursun mu vurmasın mı karar veremiyorum. Geri dönmeye bile niyete durmuşum ki, dördüncü ayın sonuna doğru bir PR şirketinden ertesi güne görüşmeye çağrılıyorum.
Eteklerim zil çalıyor. Hemen gardırobumun önüne geçip kıyafetlerimden siyah olan pantolon ceket takımı alıyorum. Giyip aynada bir kendime bakacağım. “Be mübarek, insan beş ayda hiç mi giyip çıkarmaz bir şey? Hadi onu yapmadın, homini gırtlak yiyorsun, hiç mi bir tartıya çıkmaz?” Çıkmadım. Çünkü evde spor kıyafetlerle oturup rahat ediyorsun. Belini sıkmıyor giydiklerin. Ayrıca kendimi gram almış gibi görmüyorum. Etrafta beni uzun zamandır görmemiş biri de yok ki, görünce “aaa, bu ne hal şekerim? Kilo almışsın kendine gel” desin. Neyse efendim. Pantolon kavuşmuyor. Dağ dağa kavuşuyor ama benim düğme ile ilik birbirine elveda diyeli epey olmuş gibi. Ceket desen, sıka sıka ilikledikten sonra Charlie Chaplin’den hallice bir durumda üzerimde sırıtıyor.
Telaşa vermiyorum hemen. Teker teker diğerlerini indirip denemeye başlıyorum. İkincide de aynı sonuç. Üç, dört, beş derken beni alıyor bir terleme. Etek ceket olanları giydiğimde zaten ben ben olmaktan çıkmışım da nanik yapıyorum yansımaya. Zaman yok ki alışverişe çıkayım. En sonda duran ve en az favorim olan, o zamanın da modası, kahve ve mafya babaları tarzı boyuna çizgili streç takımımı alıyorum elime. Pantolon iki sıkıp esnetmeyle kapanıyor, tamam. Ceket, eh işte, yine esnediği için şöyle böyle. Ama mutlu muyum? Değilim. Rahat nefes alamıyorum sanki.
Efendim. Plazadan içere giriyorum ertesi gün. Ceketim ilikli. Altında taşan hafif fazlalık göze çarpmıyor böyle. Yukarı çıkıyorum. Görüşeceğim hanımın odasına giriyorum. Tokalaşıyoruz. “Oturunuz lütfen” diyor biraz sonra müdürüm olacak kibar hatun. “Kolaysa sen otur” diyesim var.
‘Kızım ceketinin kasan düğmesini çöz de otursana.’
Yok. Çözersem karın kısmımdaki kıvrım görünebilir. O yüzden ilikli haldeki ceketimle deri koltuğa oturuyorum. Amanın bu koltuk bayağı aşağıdaymış. Oturmaktan çok çöküveriyorum. Ben hızla çökerken, ceketimi ortadan tutan tek düğme flikkkk diye kopup kadının masasına çarpıyor, oradan da yere düşüyor. Yüzümün yandığını anlıyorum.
‘Tamam, düğme düştü. Bırak yerinde kalsın. Sanki alıp yerine monte edecek halin var. Sanki de pırlanta işlemeli o düğmeyi kaybetmemen lazım.’
Oturduğum yerden kalkıyorum bu yüzden. Benim düğmeyi masanın altından sakince alıyor, cebime koyup tekrar oturuyorum deri koltuğa. Hafif yanlamasına oturuyorum bu sefer ki zorlayan pantolondan taşan fazlalık göz önünde olmasın, ceketin kanadının ardına saklansın. Ama böyle oturunca da bir vurdumduymazlık, bir rahatlık, bir “sen kim oluyorsun da benimle görüşme yapmaya cesaret ediyorsun” havası vermiş olabilirim.
Artık, ‘her şeyden geçerim düğmemden geçmem’ tavrım mı, saklamaya çalıştığım ama yakalanan fazlalık kısmım mı, yoksa oturuş şeklim mi bu kadını patronum yapmıyor bilemiyorum ama ilk iş görüşmemden bana olumlu ya da olumsuz cevap gelmiyor. Şapa oturuyorum.
Bir bu, bir de daha sonraları paylaşacağım bir takım elbise hikayesi darbe indiriyor o zamanki kariyer planıma.
Orhan Veli, “Beni bu havalar mahvetti” desin, beni de işte bu takımlar mahvediyor…
Paylaş