Paylaş
Londra’daki dil okuluma giriyorum. Merdivenlerden yukarı çıkıp Halkla İlişkiler kapısından içeri giriyorum. Yaklaşık yirmi temsilci var neredeyse üç oda büyüklüğündeki salonda konuşlanan masalarda oturan. Hangisine gideceğim ki? Çat pat ve önceden ezberlenmiş İngilizcemle, tam önüme düşen masada duran siyah saçlı kıza ilerleyip, bugün kursumun başladığını söylüyorum. Yardımcı olabilir mi acaba? Kız nereli olduğumu soruyor, ben anlamıyor. Kız ülke isimlerini sıralamaya başlayınca ancak anlıyor ben. “Türküm” diyorum. Sağını işaret ediyor masasındaki İspanyol bayrağını anladığım kız. İki masa ötesindeki uzun saçlı kızı gösteriyor. Oraya gidiyorum. Meğer bizim dilimizi konuşan bir müşteri temsilcisi de varmış bu ülkenin en kalabalık okulunda.
Uzun saçlı, sade ama mükemmel makyajı, havalı kıyafetleri içindeki kız “buyurun” diyor ama bir lanet bakıyor sanki bana. Hiç gülmüyor. Gülümsese çok soru soracağım ama dümdüz baktığı için dümdüz “hangi sınıfa gideceğim” diye soruyorum. Fazla konuşmadan bilgilerime bakıyor. Önce seviye sınavına gönderiyor beni, dönüşte de sonuca göre bir sınıfa veriyor. Gidiyorum.
Dersler başlayalı iki gün olmuş ama ben bu sınıfa göre geriyim. Sözlü sınav beni kitabın orta yerindeki bir kura nasıl atmış? Ertesi gün dönüyorum bizim temsilciye. Yine dümdüz baktığı için dilim dolanarak derdimi anlatmaya çalışıyorum. “Yani, şeyy, dersi biraz anlıyorum da, her kelimeyi bilmiyorum da, bazılarında takılıyorum da, acaba bana daha geri bir sınıf verilse de” falan da filan. Kızdan tepki gelmeyince hepten bir dillerim takılıyor.
“Ne istediğimi anlatabildim mi” diyorum
“Sen ne istediğini bilmiyorsun” diyor.
Lönk diye kalıyorum. Öyle bir şamar yemiş gibi hissediyorum ki dut yemiş bülbül gibi susuyor, sarı öküzün trene bakması gibi kıza bakıyorum. O kalkıyor, gidip bir yerlere bakıyor ve beni bir alt sınıfa yazıyor.
Aha git bir daha gidebilirsen oraya. Sorularım var, derdim var ama adının Ayşe olduğunu yakasındaki isim kartından anladığım kızdan korkuyom.
Neyse ki okulda bir arkadaşım oluyor ilk günden. Onun da adı Ayşe. Sorularımı ona soruyorum. Şansa bakın ki, bu Ayşe, iki ay sonra Türk masasında işe başlamak üzere iş teklifi alıyor. İşte o zaman daha rahat gidiyorum oraya.
Artık masada iki Ayşe var. Biri benim Ayşe -ki küçük Ayşe diyoruz karışmasınlar diye-, biri de Kıbrıslı olduğunu öğrendiğim uzun saçlı Ayşe. Ben küçük Ayşe’yi görmeye geldikçe, konuşup gülüştükçe nihayet bu Ayşe de beni seviyor. Öyle bir seviyor ki, bizim küçük Ayşe, dokuz ay sonra İstanbul’a dönüş yaptığında, onun yerine beni öneriyor yönetime. Birkaç hafta sonra, bu etrafında olmaktan korktuğum kızın tam yanı başında işe başlıyorum.
Gülüyoruz eğleniyoruz. Amma da kafa kızmış meğerse diyorum. Ama öyle hemen güzel yüzünü gösteren biri değilmiş anlıyorum. Bir kere dostluk çemberine katarsa, işte o zaman açtığını görüyorum kendini. Onun yanında yavaş yavaş kavrulmaya başlıyorum. Ayşe ne kadar disiplinli, sakin, realist ise, ben tam tersi, tez canlı, bu tezlikten dolayı da epey bir sakarım. Ayşe ne kadar düzenliyse, ben elim kolum bir o yana bir bu yana oynadığı için etrafı dağıtanım. O sakin sakin işini yaparken, ben eli ayağına dolaşa dolaşa oradan oraya boş yere koşturanım.
O beni öyle kabul etmiş ama bazı konularda sakinleştirmeye çalışıyor. Ama kendisinin sakin kalamadığı ve dayanamadığı bir tarafım var. ÇEKMECELER ile olan ilişkim…
- Şu çekmeceleri dağıtma demedim mi sana Elif?
- Ya ne yapayım sıkışıyorum koşturuyorum o yüzden. Akşam çıkmadan düzeltecektim.
- Hayır, sakin olmayı öğrensen daha iyi olur. O zaman aldığını yerine koyarsın. Koyarken de fırlatmazsın.
Efendim, Ayşe, ben işe başladıktan iki ay sonra, yıllık iznini kullanarak arkadaşlarıyla üç aylığına Afrika’yı keşfetmeye gidiyor. Artık ÇEKMECE KRALLIĞI benim. Ohh üç ay boyunca hesap vermeden yaşayacağım. Düzeltmek mi? O da ne? Ayşe gelmeden bir gün önce düzeltirim olur biter. Ama kader bu ya, onun gelmediği üç ay boyunca okulda Türk öğrenci patlaması oluyor. Ellişer kişilik gruplar, şirket çalışanları geliyorlar. İşlemlerini yap, yerleştir, sınavlarına sok derken ben fırsat bulamıyorum krallığımı düzenlemeye.
Afrika’nın güneşi bile genişletememiş Ayşe’yi. Hala titiz. Gelir gelmez “bu çekmecelerin hali ne! Ben böyle mi bıraktım” diyerek ilk paparamı basıyor. Sonra da kolları sıvayıp yeniden inşa ediyor krallığını. Ben tekrar Veziriazam oluyorum.
Onunla iki yıl yan yana çalışıyoruz. Beraber çok güzel vakit geçirerek, gülerek eğlenerek, çekmeceler dışında neredeyse hiç anlaşmazlık yaşamayarak. İkinci yılın sonunda Ayşe bir sürü hayranından, benim de kendisi için favori adayım olan Grayham’a “evet” diyor.
“Yandın oğlum Grayham. Şimdiden düzen nizam ne demek öğren. Ha zaten öğretilecek de en azından dil yarası almadan kap şu işi. Hızlandırılmış kursa mı gidersin, ev ekonomisi dersi mi alırsın orasını bilmem. Haydi, rast gele” diye çocuğa alelacele içten temennilerde bulunuyorum.
Yeni eş, yeni ev derken yeni de bir işe girince ayrılıyor işten Ayşe. Sekiz ay sonra da ben.
Dört yıl sonra çiftin ilk kızları Elisa, ondan bir altı yıl sonra da ikincisi Amy doğuyor. Artık onunla iki ayrı ülkede olduğumuzdan bağımız gerek telefon gerek mektupla devam ediyor. Aynı ülkelere denk düştüğümüzde bu sefer de zamanlama uygun düşmüyor. Ta ki bu ekime kadar. Ayşe on günlüğüne İstanbul’a gezmeye geleceklerini söylüyor. Kimse kapmadan ben kapıyorum onu. Bizde kalacaklar. Eşi, kocası, büyük kızı ve ilk defa göreceğimiz küçük kızları için biz de ailecek çok heyecanlıyız. Ertesi gün gelecekler. Her şeyim hazır. Evi baştan aşağı boya badana yaptırmışım o kadar hani. Lakin içimde bir bitmemişlik gerginliği var? Neyi bitiremedim ki ben? Yemek yapmaya başlayana kadar bulamıyorum. Ama mutfaktayken pat diye önüme çıkıyor sebep. Mutfak çekmecelerimden ötürü be ya. Üç adet çekmecelerden ilk kat düzgün. Sorun yok. Ama ikincisinde İkinci Dünya Savaşı, üçüncüsünde ise Osmanlı- Rus savaşları devam ediyor. Elimden geldiğince düzeltsem de kaderime yanayım barıştan eser yok. Pratik çare üzerlerine örtü örtmek. Gerçeği gizlemeye çalışmak. Öyle de yapıyor bendeniz.
Ve sevgili arkadaşım ailesi ile geliyor. Mutfağa yanaştırmıyorum onu. Olur da yardım eder diye zaten masayı önceden hazırlamışım. Bugünü kurtaracağım kesin. Mümkün olursa hiç yaklaşamasın ki savaşı görmesin gözleri. “Dinlen sen” desturuyla o gün uzak tutuyorum. Da yemiyor tabii. Ertesi gün, ben hazırlık yaparken, sohbet için yanımda yer aldığında, elim mahkûm ikinci çekmeceyi açmam gerekiyor. Kepçe alacağım. “Aa Ayşe evde kuş var bak” desem, onu başka tarafa döndürsem olur mu ki? O kadar vakitte, o kadar askerin içinde nerede Binbaşı Kepçe kim bilir?
Eninde sonunda gördü tabii... Benim yanaklar al al.
“Şekerim çekmeceleri de yeni düzeltmiştim ama taze bozuldu. Çocuk işte, karıştırıp duruyor. Yoksa ben değiştim yani. O çekmece dağıtan kız değilim. Valla.”
Ayşe sadece gülüyor. “Kekimi ye beni yeme” diyor sanki.
Yemiyom seni valla. Çocuk işte. Ben yapsam o bozuyor.
Tüh süzgeç lazım şimdi de. Üçüncü çekmece. O daha feci.
“Ayşe kuş mu girmiş ne eve, baksana şu tarafa doğru hele”
Not: Affet beni oğlum…
Paylaş