Paylaş
Yolum Ankara’ya son yirmi yılda pek bir seyrek düşüyor. Gönül istiyor daha fazla gideyim, yol kısa amma velâkin hep başka koşturmalar bazı işleri de şehirleri de erteletiyor bana. Oysa üniversite yıllarımın geçtiği şehri zaman kısıtlaması olmadan ziyaret etmek, hala birçoğu orada yaşayan dönem arkadaşlarımla yine DTCF’nin koridorlarını arşınlamak hayalim hep var.
Her yaz iki aylığına arabayla Yakakent’e gideriz. Eşim, Ankara’da biraz zaman geçirip öyle devam etmek ister hep ama yol bir saat daha kısalıyor diye Sinop yolunu seçerim. Ama bu sefer yemiyor “Zühtü dayını göreceğim bana ne bana ne” diye tutturuyor. “Dayı benim dayım Yakakent’e gelince göreceksin” desem de, İngiliz inadı tutuyor. “İyi madem” diyorum. Fakat Serpil yengem Trabzon’da olacakmış, evin ana kahramanı evde olmadan o haneye gidilir mi desem de, hem İngiliz hem de erkek olduğu için anlam veremiyor. Dayım için de durum aynı. “Yemek işini dışarıda halledeceğiz gerisinde sorun yok” diyor. Böylelikle rota Ankara'nın Mutlukent'i oluyor.
Şehre son gelişimin üstünden tam dört yıl geçmiş. Farklı yollar farklı, mekânlar, farklı evler. Zamanında çok uzak olan Ümitköy beni en şaşırtanlarından. O benim zamanımın “çok uzak” yeri olmuş sana kendisi şehir. Yolun iki yanına sıralanmış cıvıl cıvıl kafeleri, restoranları pek bir hoşuma gitti.
Dayımın evine vardıktan ve biraz sohbet ettikten sonra soruyor bize ne yiyelim diye. Oğlum bir dert kocam başka bir dert benim. Her şeyi yemiyorlar ya. O olur mu yok, bu olur ıhh, derken, dayım sihirli sözcüğü çıkarıyor ağzından. “Pide” diyor. Büyük ve küçük tazı kulaklarını dikip kafalarını hızla sallamaya ve ağızlarından salyaları akıtmaya başlarken dayım pideci ile ilgili detay veriyor. Ticaret yapmak için Yakakent’in komşu ilçesi, benim de liseyi okuduğum Alaçam’ın ilk kez dışına çıkan Özkan PAK’ın, kuzeniyle birlikte bu pideciyi açtığını, restoranın ise açıldığı günden bu yana Ankara’da yaşayan Alaçam, Yakakent ve hatta Samsunluların buluşma noktası olduğunu söylüyor.
Çok değil ertesi gün Yakakent’te olacağım. Her yaz yaptığım gibi en az haftada iki kere pide yenecek. Dibine vurulup yaz sonu bir beden fazla olunacak. Bedene de pideye de eyvallah. Bizim pide bu. Fırsat kaçar mı? Hem bakalım Ankara benim bildiğim tadı mı tatmaya başladı? Aynısı mı?
Henüz acıkmamıştım bana neler oluyor? “Anne kaç dakika sürer gitmemiz” diyen küçük tazıma “sabret biraz” desem de umarım uzak değildir” diye geçiriyorum içimden. Anasına bak oğlunu al tabii... Usulden usul öğretiyorum çocuğa.
Pide var pide var arkadaş. Bu zamana kadar çok pide yemişsinizdir. Ama bizim tarafın pidesini yedikten sonra diğerlerine pidemsi demek lazım düşer alınmayın gücenmeyin. Yakakent ve Alaçam’da bizim kültürel mirasımızdır pide ve pide içi hazırlamak. Özel bir seremonidir. Yapmadan önce de yerken de. Japonların nasıl çay seremonisi varsa biz de pidenin seremonisi vardır. Bir gün önceden kasaptan alınan nefis kıymalar soğan ile kavrulur ve pide iç malzemesi olarak hazır hale getirilir. Ya da pide yaptırılacağı sabah alınan taze kıyma, içine soğan, (bazen de domates ve biber) karıştırılarak kıymalı pide malzemesi hazırlanır. Öyle bildiğiniz lahmacun kıvamında değildir bu iç. Peynirli pide için ise Yakakent ve Alaçam’ın yaylalarında yetişen koyunlardan sağılmış sütten yapılan, eşsiz bir aromaya sahip koyun peyniri ile taze köy yumurtası, tereyağı, dereotu ve biraz yoğurt karıştırılarak ortaya çıkar.
Dayım, bu pidecinin bütün malzemelerinin Alaçam’dan geldiğini, o yüzden de tadının bire bir olduğunu söylüyor. Yutkunuyorum. Evle arası beş dakikakılalık uzaklıktaki Ümitköy'de. Dayım bir şeyler daha diyor sanki. Kulağım onda ama aklım değil. Aklım taş fırından sıcacık çıkacak o ince uzun pidenin üstünde eriyen, sen ısırdığında çıtırdayan bölümünden ağzına akan güneş sarısı tereyağında.
İki pide parçası arasına restoranın ismi yerleştirilerek logosu oluşturulmuş restoranın kapısında, bir restoran işletmecisinden daha çok basketbol oyuncusu ya da koçunu andıran uzun boyuyla Özkan Pak karşılıyor bizi. Alaçam’daki lise yıllarımdan hatırlıyorum onu görünce. Küçük bir memleket sohbetinden sonra masamıza oturup hemen siparişlerimizi veriyoruz. Küçük tazı “anne tam olarak kaç dakikada gelir” diyerek karnını ovuşturuyor.
Sade ama şık mekânın içine mobilyalar ferah ferah oturtulmuş. Tertemiz taş fırın ortada. Mekân koçu Özkan Pak şimdi de fırının başında duran Alaçamlı pide ustasının karşısına geçmiş çıkan pideleri kesip mis gibi tereyağıyla cilalıyor. Birazdan önümüze düşecek o güzellik. Hanımefendi ya da beyefendiysen önüne konan pidenin üzerinde tüten dumanının uzaklaşmasını beklersin. Ama benim gibi hayatında ilk defa (!) görüyorsan, hemen iki parmağın arasında sıkıştırdığın parçayı ağzına itersin. Ağzını da timsah gibi açıp orada soğutursun. Gözlerinde biriken yaşlar “yandım” der ama miden mutluluktan bayram eder.
Ve evet, dayımın peynirlisi benim ve oğlumun kapalı kıymalısı, eşimin de pastırmalısı geliyor. Oğlumla ben timsah oluyoruz haliyle. Eşim daha temkinli. Isırıklarımızı alıyoruz. Ohhhhh…. Mis gibi memleket kokuyor pideler. Hamuru bir ince, malzemesi bir dolu, peyniri zaten ayrı bir tat. Küçük tazı “anne ben bunu bitirince iki tane daha yerim” diyor sessizce. Boşan da semerini ye diyeceğim de meşgulüm, yoğunlaşmışım. O kadar güzel o kadar lezzetli. Ve o kadar “Alaçamlı” bu pideler. Yani Ankara yüzde yüz orijinal bir lezzete kavuşmuş bunu bildim, gurur duydum.
Valla benden söylemesi. Yolu Ankara’dan geçenler, Ankara’da olup da henüz gitmeyenler, “duyduk duymayın” demeyin, “doyduk doymadık” hiç demeyin. Alaçamlı Özkan Pak'ın pidecisine bir gidin ne demek istediğimi hem yerinde, hem de kendi gözünüzle görüp, kendi dilinizle tadın.
Çıkmaz ya, abarttığımı söyleyenleriniz çıkarsa da ben er meydanındayım. Bir elimde kıymalı, bir elimde peynirli pide, lezzet savaşına hazırım.
Haydi bre….
Paylaş