Paylaş
Ankara'nın köylerinde halk sağlığı stajını yaptığım 1979 yılında, sağlık ocağı personeli ile aşılama çalışmalarına katılırdım. Soğuk bir kış sabahı, iki kız öğrenci ve gezici hemşire sağlık ocağının cipine atlayıp yakındaki bir köye ev ziyaretine gittik. Girdiğimiz evlerde çocukların ağırlıklarını , boylarını ölçüp eksik aşılarını tamamlayacaktık. Birinci evde ölçümleri tamamladığımızda baba devreye girip aşı yapmamızı engelledi. Aşının Türk çocuklarını kısırlaştırmak için keşfedilmiş bir yabancı icadı olduğu inancındaydı. Gençliğin verdiği idealist duygularla saydığımız tıp bilgileri evden atılmamıza engel olamadı. Dışarı çıktığımızda dehşet içinde, dere boyunca köyün erkeklerinin köpekleriyle birlikte sıralandığını gördük. Sağlık ocağının şöförü yanımıza gelerek cipe geri dönmemizi önerdi. Biz inatla kalmak isterken, köpekler üzerimize salındı. Cipe nasıl kaçtığımızı ve canımızı kurtardığımızı bu kadar yıl sonra bile hala çok iyi hatırlıyorum. Uzun süre o köye sağlık personeli giremedi. Köyün adını hiç unutamadım.
1980 yılında Ankara'daki bir üniversitede çocuk sağlığı ihtisasına başladım. Gün aşırı nöbet tutardık. Hastaneye yatan süt çocuklarının çoğunda enfeksiyon hastalıkları saptanırdı, üçte birinin yaşamını kurtaramazdık.
Enfeksiyon servisinde kızamık en sık görülen hastalıklardan biriydi, tedavisi de yoktu. Akciğeri tahrip eden saldırgan kızamık zatürresi ve kalp yetmezliği yapan kalp kası iltihabına (myokardit) karşı durabilen çocuk pek olmuyordu. Gece nöbetimizde yatan küçücük bebeklere tıbbın sunduğu bütün olanakları kullanıyorduk ama sabaha karşı ailelerine kötü haberi vermek zorunda kalıyorduk. Tesadüfen kurtulabilen çocuklarda "harap olmuş akciğer" (bronşiektazi) gelişiyor ve yaşam boyu solunum zorluğu çekiyorlardı.
Şimdi dünya yüzünden silinmekte olan çocuk felci haftada bir kaç kez tanı koyduğumuz bir hastalıktı. Çocukların boyundan aşağısı tam felç olduğunda nefes almaları da mümkün olmaz, suni solunum cihazına bağlanırlardı. Uzun süre hareket edemeyen ve cihaza bağlı olanlarda başka organ sistemlerine ait enfeksiyonlar da gelişir ve çok yaşamazlardı. Hastalık kısmi olarak gerilerse soluk alabilirler ama, bacakları felçli kalırdı.
Menenjit, enfeksiyon servisinin sıradan hastalığıydı. Menenjit yapan mikropların hiç birinin aşısı yapılmadığından, serviste her zaman bir kaç menenjitli çocuk olurdu. Beyinleri etkilenen bu çocukların bir kısmı , havale geçirir, özürlü kalırlardı.
O yıllarda pisi pisine kaybedilen güzel çocukların gözleri, nefes yetmezliği ile çırpınışları kırk yıldır zihnimde kayıtlı.
Şimdi diyorlar ki "biz aşı yaptırmak istemiyoruz" , "aşıya karşıyız".
Siz aşı olmadığı zamanlarda çocukların ne çektiğini bilmezsiniz de dersiniz.
Yoksa nasıl reva görürsünüz evladınıza boğulmayı ve felç olmayı?
1980'li yılların sıkça kullanılan bir deyimini hatırlatayım:
"Yoksa siz 1980'den önceki yıllara mı dönmek istiyorsunuz?"
Paylaş