Paylaş
Yakın zamanda anneannemi kaybettim… Pek çok insanın “bu durumlarda ne denir, tam bilemiyorum, nasıl davranmak lazım” gibi ifadeler kullanması üzerine; “KAYIP YAŞAYAN BİREYE NASIL YARDIM EDEBİLİRİM?” diye öğrenmek isteyenlere adadım bu makaleyi… Şimdiden konuya merak duyarak, okuyanlara teşekkür ederim, bu büyük resme yaptığınız şifalı katkıdan dolayı şükranlarımı sunarım. Bu sorunun cevabını birlikte öğrenelim istedim bu makalede… Bu hassas konuda öğreti vermek haddime değil, sadece başımdan geçen bu demeyimde bana nelerin iyi geldiğini paylaştım yüksek sesle…
Anadolu’da bir deyiş vardır… “Kara bayram”… Yası olan bireylerin, kaybından sonraki ilk bayram “kara” olarak nitelenir ve o sürece dek kayıp yaşayan kişilerle “birlikte” olunur. Sadece fiziksel birliktelik değil, duygusal birliktelik de aynı zamanda… Hatta bu paylaşımın çok derin ve güçlü olduğunun adeta bir kanıtı gibi, ilk bayram, alışkın olunan bayram coşkusuyla geçmez. Herkez acılı ailenin/bireyin acısını paylaştığını göstermek için bayram sevinçlerinden feragat ederler. Ancak bu aynı zamanda artık iyileşme zamanın da “start” aldığının bir göstergesidir. Baharın geldiğinin müjdeleyicisidir adeta… Güzel Anadolum… Sen ne güzelsin… Ne anlamlı geleneklerin var hatırlanması gereken….
Öncelikle “kayıp” kavramını iyi anlamalıyız. Bir kişinin yası illaki kaybettiği bir yakını, sevdiği bir kişinin ölmesi anlamı yaşımıyor. Eşlerin/hayat arkadaşlarının boşanması/ayrılığı, yıllardır beslediği bir evcil hayvanın kaybolması, taşınma sebebiyle yaşadığı ve sevdiği dostlardan ayrılışı da birer kayıptır aslında… Savaşta şehit düşen askerlerimiz.. Deniz kenarına vuran küçücük bedenler... Şiddete kurban giden, ezilen kadınlarımız... Çocuk gelinlerimiz… İhmal ve istismar edilen yaşlılarımız… Hepsi kayıptır. İnsanlık kayıplarıdır.
Hele ki anne kanında ölen hiç doğmamış bir bebek…Buna “düşük” der, geçeriz… Ya da kürtaj olan bir annenin yasını hiç anlamayız bile… Ya da bebeğini çok isteyip de emziremeyen anneler… Onların da yaşadığı kimi zaman lohusalık hüznü, kimi zaman lohusa depresyonu ile karıştırıldığı şey aslında kayıptır, yasıdır. Bazen bana danışan annelerde çoğu zaman, aslında emzirme sorunu gibi kendini gösteren şeyin aslında özgürleştirilmemiş duyguları olduğunu bilir ve seansın son kısmını sadece onu dinlemeye ayırırım. Ardından bir mesaj alırım. Artık emzirme sorunu büyük oranda çözülmüştür.
Ya da tüp bebek girişiminden sonra, hamile kalamayan, hayal kırıklıkları yaşayan, doğmamış bebeğine üzülenlerimiz yok mu? Herbir başarısız girişimin daha büyük acıları da beraberinde getirdiği... Umutları söndürdüğü… Anne olamamanın yasını yaşarlar… Farkedilmeden kimi zaman…
Peki hiç doğurmamış kadınlar? Kariyer yapmıştır ama çocuk yapamamıştır. Annelik duygusunu hiç tatmamış olanlar? Onların yaşadığı duygular ne acaba? Kimi zaman kendilerinin de bilemedikleri…
Ya meme gibi, rahim gibi “kadın varoluşunun” simgesi olan organ kayıplarını yaşayanlar? İçlerinde bir yerlerde garip bir hüzün hissettiler mi? Yüksek lisans tezimi rahmi alınan kadınlar üzerinde yapmıştım. Çoğunun kullandığı ortak ifade “kadınlığımı kaybettim” şeklindeydi…
Ya da içimizde bir yerlerde ve sadece kendimizde olduğunu düşünerek kendimizi tuhaf hissetmemek adına dillendirmediğimiz, adını koyamadığımız, ne olduğunu bilmediğimiz, bilmeye çalışmadığımız, görmezden geldiğimiz boşluklar vardır… Hasır altı edilen bu şeyler, birikir, zamanı geldiğinde patlar. Bunlar aslında “tutulmamış, farkına varılamamış yaslardır”.
Kayıp yaşayan bireye nasıl destek olacağımızı maalesef bilmiyoruz.
Sosyal medyada beni takip eden “ailem” (takipçilerim), yakın zamanda büyük bir kayıp yaşadığımı bilir. Duygularımı saklamadım. Nasıl mutlu olduğum anları paylaşıyorsam, kaybım sırasında “güçsüzlük”, “ayıp” damgalamalarına takılmadan, duygularımı yalınlıkla paylaştım. Acılarımı uyuşturmadım, hasır altına süpürmedim, ifade bularak serbest bırakıp, onları özgürleştirdim. Paylaşarak, hafiflettim… Ve aslında yirmi sene önce annemi kaybettiğim de yapmamış olduğum şeyin tam da bu olduğunu keşferederek, şifalanma yolunda büyük bir aydınlanma yaşadım. Annemle ilgili konuşmadıkça sanki acımı hissetmem zannettim, yüzleşmedim, kaçtım. Sonuç ne oldu biliyor musunuz? Ben sustum ama akciğerlerim konuşmaya başladı. Her kış ısrarcı öksürükle kendini hissettirdi, allerjik astım oldum. Aslında akciğerlerim bana dedi ki; “bak sen istediğin kadar bunu ört bas et, görmezden gel, hissizleş, bunu halletmediğin sürece ben susmıcam” ! İyi ki susmadı! Sana çok teşekkür ediyorum akciğerlerim ve sevgili astımım, benim dikkatimi bu uyuşturmaya çalıştığım şeye çekmeyi başardığınız için…
Kişiyi üzen durum ve bu durumun onun için anlamını öğrenmekle işe başlayabiliriz. Aynı zamanda bu öğrenme süreci, yas tutan kişinin duygularını anlatmasına da imkan verir. Dile gelen duygular kişi de yükünü boşaltmaya bağlı ferahlama hissini de beraberinde getirir. Mesela ben ilk zamanlar suyun dibine vurmuş gibi hissederken, güzel anneanneciğimi, onla olan bağımızı anlattıkça, duygularımı dile getirdikçe sanki yüzeye her seferinde daha çok yaklaştığımı hissediyordum. Bir çeşit nefes tazeliği gibi…
Bana destek olan kişilerin, sadece duygularımı anlattırması bile kendimi iyi hissetmeme yetiyordu. Anlattıkça rahatlıyordum. Rahatladıkça anlatıyordum.
Anılarımızı anlatmak en büyük ilacım oldu. Şifayı, anılarımızın ortak olduğu akrabalarımda, aile büyüklerimde buldum. Anılar sanki anlatıldıkça onurlanıyor ve beni iyileştirerek ödüllendiriyordu.
Bir tohumun filizlenmesi, yeşermesi aslında “umudun kanıt bulmuş, beden bulmuş halidir”. Bana yas dönemimin en derin köşesinde, saksıdaki filizlenen çiçeğim dönemeci almamı sağlamıştı. Ona baktıkça geçen seneki gibi büyüyüp, serpileceğini, rengarenk çiçekleriyle beni mutlu edeceğini fısıldamıştı sanki… Yani en mutsuz olduğum anda bile, yine mutlu hissedebileceğimi görmüştüm o filizde… Canlılık böyle birşeydi… Öldü sandığın aslında ölmüyor, başka bir zamanda yeniden doğuyordu… Yaşam bir döngüydü: Doğmak, yaşamak, ölmek ve yeniden doğmak…
Sizi sarıp sarmalasın. “Halden anlayan” derken, ihtiyacınızı gören ve karşılayan diyorum aslında. Yapmıyorsa, görmüyorsa bunu istemekten korkmayın, çekinmeyin. İhtiyaçlarınızı açıkça ifade edin ve ondan beklentinizi yüksek sesle ona da söyleyin.
“Benimle kal”
“Dışarı çıkıp, biraz nefes alalım birlikte”
“Beni daha çok ara, sor”
“Bana iyi geliyorsun, daha fazla konuşalım” gibi…
İyi gelenleri alın yamacınıza… Halden anlamayarı da bırakın gitsinler… Bu bir arınma süreci olsun.. Fazla yükleri boşaltmak için bir fırsat bu aslında.. Kötü zamanlar, bir elek gibi… Dostlarınızı seçmeye yardım ediyor aslında kötü zannettiğimiz zamanlar… Yasın bir hediyesi daha
Kaybınız eğer bir kişi ise, odanızı en mutlu olduğunuz anlarla doldurun. Anılar, güzel ve mutlu anlar sizi mutlu edecek. Ve şükretmenizi sağlayacak.
“İyi ki onunla dolu dolu vakit geçirebildim”
“Şükürler olsun ki onu yaşadım, birlikte çok güzel zamanlarımız oldu, çok eğlendik, çok mutlu olduk, çok güldük, çok ağladık”
“Bana müthiş katkılar sağladı, iyi ki onu deneyimledim, iyi ki benim ben olmam sağladı”
“Şükürler olsun ki bu yas bile bana bir şeyler katacak”
Çok değerli bir doktor arkadaşımın bir lafı vardı… “Hayat anda, an aşkta” Resimlere bakıp, o anlara gidecek ve yeniden mutlu olacaksınız.
Aslında herbirimiz bütüne hizmet edenleriz…
Aslında bu büyük resmi oluşturmak için varız…
Son olarak her yasın, bize armağanları olduğunu hatırlamak istiyorum. Yas ve şükür duygusunun birbirine içine geçmiş, içiçe halkalar olduğunu, bizi biz yapan bütüne hizmet eden aracılar olduğunu, büyüme ve kendi potansiyelimize ulaşma yolunda bizi besleyen duygular olduğunu bilmek güzel… Akciğerime şükretmek gibi… Bana tutulmamış yasımı gösterdiği için…
Başınıza kötü bir olay geldiğinde; “bunu yaşadım ama bütüne de bir katkım oldu. Acaba benim sayemde bütüne ne katkısı yaptım?” diye sorun kendinize… İnanın siyahların içinde beyazlar da var…
Ülkemizde özellikle bu alanda yeni alan bulan “yas doulalığı”nı çok değerli buluyorum. Yas ve şükran duygularının kollektif paylaşımlarla alan bulmasını, boğazınızdan o çıkmayan katılaşmış duyguların, bir kere değil de, parçalara bölünerek atıldığı çemberler adeta bir şifa kaynağı gibi… Hafta sonu katıldığım yas&şükran çemberini, duygusal yüklerinden kurtulmak isteyenlere öneririm. Detaylar için bana e-mail atabilirsiniz.
Hepinizi yas ve kayıp duygularınızı kucaklamaya davet ediyorum. Düşen bir çocuğun acısı nasıl ki kucaklanıp, “öp geçsin” şeklinde hafifliyorsa, siz de öz-şefkatinizle tüm o kötü sandığınız duygularınıza sarılıp, kucaklayın onları ve salın gitsinler, bırakın özgürleşsinler, sizi rahatsız eden hayalatlere dönüşmesinler, kalbinizi katılaştırmasınlar, boğazınızda düğüm olarak kalmasınlar. Bu doğum-ölüm-yaşam döngüsünde bu acı duyguların bizi beslediklerinin bilinciyle, sizleri bu deneyiminizde “aşkla beslen”meye davet ediyorum…
Güliz
"Şuraya bir cümle koydum.
Bırak, acımızı birileri duysun.
Hem zaten şiir niye var?
Dünyanın acısını başkaları da duysun!
Acı mıhlanıp bir kalpte durmasın.
Ortada dursun.
Olur ya biri eline alır okşar, biri alnından öper.
Az unutursun.”
Birhan Keskin
Paylaş