Paylaş
Kahvaltı hazırlamaya geç kalırsam, öğlen yemeği aksayacak ve uyku saati de kayacaktı. Geç yatılan bir öğlen uykusu ise zaten geç uyuyan bebeğin daha da geç yatmasına sebep olacak ve benim kendime vakit ayıramadığım bir gün olarak geride kalacaktı. Enerjimi toplayıp keyif alacağım bir şeyler yapmaya çok ihtiyacım vardı. Bir gün böyle geçse bir şey olmazdı ama ipin ucunu da kaçırmamak lazımdı. “Sıradan” olarak gördüğüm bir sürü günlük rutinin içinde kendimi kaybetmişken sosyal medyada gördüğüm 1960’lara ait eski bir resim beni kendime getirdi. Yaşadığım mahallenin Facebook grubunda paylaşılan Bostancı Sahili’nin yaklaşık 60 sene önceki fotoğrafı. Sahil sinemasına gelmiş insanlar, arkada tren yolu ve Altıntepe yokuşu. Kendimi bildim bileli neredeyse her gün koşarak indiğim ve dilim dışarıda çıktığım yokuş.
“Sıradan bir fotoğraf” diye tanımlanabilecek bu resim, sadece eski olduğu için gözümde kıymetli olmuştu. Dünyada benim olmadığım zamanları düşünmüş, yokluğumla yüzleşmiştim. Babamın, amcalarımın, şimdi hayatta olmayan dedemin ve babaannemin o sahile ellerinde havlularla aheste gidişleri, gözümün önüne geldi. Fotoğrafta güneşlenen insanların bir kısmı, belki de şimdi yoklar. Bugün inşaatlar ve dürümcülerle işgal edilmiş, toprakla doldurulmuş Bostancı sahilinde hiç yüzemediğimi ve oğlumun da yüzemeyeceğini düşünüp hüzünlendim. O zamanlar kendi güzellikleriyle birlikte buharlaşıp gitmişti. Geriye, o anı değerli bulan meçhul birinin çektiği bu soluk fotoğraf kalmıştı. O resmi basıp buzdolabının üzerine asmak istedim, sıradan olanın güzelliğini hiç unutmamak için. Bugün oradan geçerken böyle bir manzara fotoğrafını çekmek aklıma gelir miydi acaba? Yüzümüzün bütün fotoğrafı kapladığı bir öz çekim dururken, sanmıyorum. Oysa yıllar sonra oğlum fotoğraflara bakarken, kendi doğup büyüdüğü sokakları da görmek istemez mi? Sürekli kentsel dönüşen bu şehirde, büyüdüğü yerlerin eski hallerini görmek onda bir aidiyet duygusu yaratır mı?
Altmış sene önce bu fotoğrafı çeken kişi vesilesiyle, hayatın her anının ne kadar değerli olduğunu, geçip giden zamanının bir daha geri gelmediğini, tek gerçek anın şimdi olduğunu idrak ediyordum. Sahi, “sıradan bir gün” ne anlama geliyordu? Türk Dil Kurumu’na göre sıradan, hiçbir özelliği ve değeri olmayan, sıra işi, bayağı, değersiz, niteliksiz. Bu kelime üzerine düşündükçe, sıradan kelimesini kelime haznemden çıkarmaya karar verdim. Kim karar veriyordu bir günün değersiz ya da niteliksiz olduğuna? Evet, çocuk büyütmek yorucu, bazen sıkıcı bile olabilir ama sıradan olamaz. Her gün büyüyen o eşsiz varlığın, o anları bir daha geri gelmeyecek. O küçük bebek büyüyecek, yorgunluklar geçecek ve sıradan sandığımız o anlar fotoğraflarda kalacak. Her dakika çocuğumuzun fotoğrafını çekip anı kaçırmak değil tabi ki; ama çektiğimiz her fotoğrafa böyle bir farkındalıkla yaklaşmak nasıl olurdu? Yıllar geçip çocuğumuz büyüdüğünde, eğer telefon hafızasındaki resimleri bastırmayı akıl etmişsek, o fotoğraflar bizim için altın değerinde olacak.
Hayatın ilk yılında sürekli bebeğin fotoğraflarını çekerken, çocuklar büyüdükçe niye daha az fotoğraf çekeriz? Alıştığımız şey, gözümüzde sıradanlaşıyor. O günün, diğer günlerden belirgin bir farkı olup olmaması, bizim o güne bakış açımıza ve yaratıcılığımıza göre değişiyor. Eğer biz hayatımızı, çocuk büyütme serüvenimizi sıradan görürsek, gerçekten sıradan olur. Çocuk da kendini değersiz hisseder. Kendimize verdiğimiz değer, çocuğumuza verdiğimiz değeri de belirliyor; dahası onun kendine verdiği değeri de belirleyecek ve hayatın ilk yıllarında edinilmiş değerlilik duygusu çocuklarımıza verebileceğimiz en güzel hediyedir.
Paylaş