Paylaş
Profesyonel olarak çalıştığım bir dönemde sadece hafta sonları için bir üniversitenin iki yıllık eğitim programına katılmıştım. Yaşım kaç olursa olsun, yeni bir şeyler öğrenmeyi çok seviyorum. Bir de işime katkıda bulunacak bir eğitim olunca hiç kaçırmıyorum. Bu da öyle eğitimlerden biriydi. Aynı zamanda güzel arkadaşlıklar da kurmuştuk ama bir arkadaşım vardı ki onunla aramızda çok güzel bir dostluk bağı oluşmuştu. Artık ikinci senenin sonuna geliyor ve sertifika almak için son sınavlara giriyorduk.
Çok sevdiğim dostum çalıştığı iş ile ilgili şehir dışı programı olduğunu iki hafta gelemeyeceğini söylemişti. İki hafta sonu gelmemişti ama normaldi. Derken 3,4,5 hafta sonu oldu, arkadaşım yine gelmedi. Çok merak ediyor, telefonla aradığımda ise ulaşamıyordum. Sertifikalarımız aldık, vedalaştık tüm arkadaşlarla ama o arkadaşım o gün de yoktu. Tam kampüsten ayrılmak üzere arabaya gelmiştim ki bir hocam geldi yanıma ve arkadaşımın kalp krizi geçirerek vefat ettiğini bu yüzden haftalardır gelemediğini öğrendiklerini söyledi. “Yok” dedim. Doğru olamaz, daha çok genç o.” Arabanın içine oturdum ve kalakaldım öyle. Ne kadar üzüldüğümü tarif edemem.
Sonra arabadan çıktım, acaba etrafta okuldan henüz ayrılmamış arkadaşlarım var mı? Onlarla paylaşmalıyım bunu dedim ama kampüs bomboştu, herkes dağılmıştı. Tekrar telefonu çevirdim belki ailesi açar ve başsağlığı dilerim diye, yine kapalıydı telefon.
Boğazımda bir düğüm, omzumda da çok büyük bir yük hissediyordum. Eve gider gitmez etrafımdaki herkese anlattım, ne kadar üzüldüğümü söyledim ama kimse onu tanımadığı için herkes bana başsağlığı diliyor, birkaç cümle ediyor ve bitiyordu. Oysaki ben iki seneyi uzun uzun konuşmak, anlatmak istiyordum. Okuldan bir iki arkadaşım vardı onlarla konuştuk ama yetmiyordu ve acım hiç hafiflemiyordu. Çok genç diyordum, çocukları çok küçük, bir türlü kabul edemiyordum. “Cenazesine gidebilseydim, en azından ailesini görebilseydim” diyordum, boğazım düğümleniyordu. Maalesef, bu acının içinden kendi kendime ve çok uzun sürede geçebildim. Çünkü acımı özgürce yaşayamamıştım. Kimseyle, ondan, anılarımızdan konuşup yad edememiştim.
O gün anladım ki aslında bizim ne güzel örf ve adetlerimiz varmış. Bir cenaze evine gelen akrabalarla, yakınlarla ağlamak, ölenin ardından onu ve anıları konuşmak, yad etmek, meğer insanın acısını, omzundaki yükü hafifletiyormuş. Yürek yansa da o acının içinden geçerken yalnız olmamak, tanıyan insanlarla paylaşmak, insana çok iyi geliyormuş ve o cenazenin kalktığını görmekse insanı kabule geçiriyormuş.
Ben bunu keşfettiğimden beri, konu, durum her ne olursa olsun ağlamak isteyen hiç kimseye “ağlama” demiyorum. Tam tersine “içine atma, ağla, o duyguyu yaşa ve bırak çıksın” diyorum ama “dramaya” girmeden. Ya da gülmek geliyorsa içinden gül, katıla katıla gül, hem de ne kadar geliyorsa o kadar. İnsan, olaylar karşısında içinden gelen özellikle o acı veren duyguyu yanındakilerle yaşarsa, paylaşırsa o duygunun içinden daha rahat geçiyormuş, o duygunun verdiği hasar da acı da daha hafifliyormuş.
Akşam yine içimiz acıdı, yine içimiz yandı, yine onlarca şehit verdik, onlarca aileye ateş düştü, insanın içi kanıyor, içi yanıyor. Hiçbir söz, onların acısını hafifletmeye yetmez ve yetmeyecek de ama biliyorum ki, onlarda bu acı dolu duyguların içinden geçerken yalnız değiller ve yalnız olmayacaklar ve biliyorum ki tüm akrabaları, dostları, arkadaşları o tarifsiz acıyı onlarla paylaşacak ve bu acıların içinden el ele, gönül gönüle geçecekler. Ateş düşen tüm ailelerin başı sağ olsun, canım ülkem başımız sağ olsun.
Arzu ben, acıların paylaşıldıkça azaldığını öğrenen ve son yaşadığımız acıların bir daha hiç yaşanmaması için dualar eden bir yürek…
Paylaş