Paylaş
Çocuklukta oluşan yaralar, ana-babanın kasti olmasa da, çocuğun temel ihtiyaçlarını gideremedikleri noktalarda oluşan bir nevi kek hamurundaki paslı çiviler olarak görülebilir. Bu temel yaralar, evlilik sorunlarından cinsel sorunlara, beden dilinden dış görünüşe kadar tüm ruhsal yapıda ve bedende etkisini göstermektedir. Ve bu yaraları gizlemek için de kişiler çeşitli savunmalar geliştirirler. Bu savunmalara kısaca değinelim:
1- Bağımlı olma: Başka birinin desteği ya da yardımı olmadan hiç bir şey yapamayan kişilerdir. Ergenliğin ilk zamanlarında ortaya çıkan bu rahatsızlığın temelinde kişinin başkası tarafından korunma ihtiyacı ve bağımsız olmaktan korkması yatar. Bağımlı kişiler genelde yalnız kaldıklarında aşırı derecede rahatsızlık hissederler, çoğunlukla depresyonda ve gergindirler. Bu kişiler kendi yeteneklerine güvenmezler ve başkalarının her zaman daha iyi fikirleri olduğunu düşünürler. Birisinden ayrıldıklarında ya da kaybettiklerinde çok büyük acı yaşarlar ve ilişkilerini devam ettirebilmek için her tür koşula ve duruma katlanabilirler. Bu kişiler genelde kötümser, kendini küçük gören kişilerdir. Başkalarının eleştirilerini kendi değersizlikleri olarak algılarlar. Başkalarının kendilerini yönetmesine ve korumasına ihtiyaç duyarlar. İş hayatlarında sorumluluk gerektiren görevlerden, yöneticilik yapmaktan ya da yaratıcılık gerektiren işlerden kaçınırlar. Bu kişiler genelde bir başkası için kendi ihtiyaçlarını bir tarafa bırakır, kendilerine yönelik kötü davranışlara katlanır ve kendilerini ifade etmekte zorlanırlar. Çoğunlukla kontrol eden, zorba, aşırı korumacı ve çocuk gibi davranan insanlarla birlikte olurlar. Birlikte oldukları kişiler kendilerine zarar verse bile (şiddet kullanma, sözlü saldırıda bulunma, küçük düşürme, aşağılama vs.) ilişkiye devam ederler çünkü tek başlarına yaşayamayacaklarına inanırlar. Bütün yaşamları boyunca başka insanları rahatsız etmemek ya da kızdırmamak için çaba sarf ederek geçirirler. Kendi varlıklarından, bağımsızlıklarından ve bireyselliklerinden vazgeçerler. Bu yapının nedeni tam olarak bilinmemektedir ama başlangıcının ergenliğin başlarında geliştiği tespit edilmiştir. Araştırmalar anne–çocuk ilişkisinde aşırı otoriter yaklaşım ile aşırı korumacı davranışların bu kişiliğin oluşumunda büyük etkisi olduğunu göstermektedir. Bu iki yaklaşım şekli kişinin kendi başına hareket edemeyeceğine, başkalarının korumasına ihtiyacı olduğuna ve insanlar ile ilişkisini devam ettirebilmek için her zaman başkalarının isteklerine beklentilerine ve taleplerine uyması gerektiğine dair inancın oluşmasını sağlamaktadır. Genel olarak belirtileri şunlardır;
—Kendi başlarına karar verememek,
—Pasiflik,
—Kişisel sorumluluktan kaçınmak,
—Yalnız kalmaktan aşırı derecede korkmak,
—Bir ilişki bittiğinde büyük acı çekmek ve çaresizlik hissetmek,
—Normal yaşam gereklerini yerine getirememek,
—Terk edilme korkusundan başka bir şey düşünmemek,
—Kritik edilme, kınanma, onaylanmama gibi yaklaşımlarda kolaylıkla incinmek,
—Başka insanlara aşırı derecede bağımlı olmak,
—Uzun süreli bir ilişki içinde olma ve aşırı derecede sevgi gösterilmesine ihtiyaç duymak,
—Aynı anda birden fazla insana bağımlı olmak (biri giderse diğerlerini devreye sokmak).
2- Şizoid olma: İçine çekilen kişidir. Sosyal hayatını aksatacak derecede içedönük bu kişilerin genellikle yakın arkadaşı olmaz. Cinselliğe ilgisiz kalırlar, sosyal ilişki gerektirecek her tür ortamdan uzak kalmayı tercih ederler. Başkalarının övgü ya da eleştirilerine karşı duyarsız, yüz ifadesi donuk, mimik ve el-kol hareketleri ender gözlenen kişilerdir. Dıştan verdikleri izlenimle iç dünyaları oldukça farklıdır ve bu farklılığın yarattığı kutuplaşma, birbiriyle son derece çelişkili duygular, istekler ve dürtüler arasında bocalamalarına neden olur. Şizoid kişi insanlarla yakınlık kurabilmek için gizli bir istek yaşar, ancak korkuları nedeniyle etrafına duvar örer ve bu duvarın arkasına saklanır. Bu yapının sebebi genellikle çocukluklarında sürekli olarak yaşadıkları terk edilme ve dağılma korkuları ve ebeveynler tarafından istenmemiş olmalarıdır. Ancak insan hayatını onu var eden nesnelere yakınlık üzerine kurmalıdır. Ne kendi içine kapanmak sorunları çözer, ne toplum içinde kaybolmak, ne de alıp başını gitmek. İnsan nereye giderse gitsin, kalbini de yanına götürür. Kalbin aradığı ise, yakınlıktır.
3- Mazoşist veya sadist olma: Mazoşist, acı çekmekten zevk alan kişidir, sadist ise acı çektirmekten hoşlanan anlamına gelmektedir. Sadomazoşizm terimi de bu iki kavramın birleşmesiyle oluşur, acı çekmekten ve çektirmekten hoşlanmak anlamına gelir, sadomazoşist hem mazoşizm hem de sadizimden cinsel hazza ulaşandır.
4- Kontrolcü olma: İlişkilerinde ve evliliklerindeki her şeyi kontrol altında tutmak isteyen bu kişiler, ayrıntılara dikkat ederler, disiplinlidirler, duygusal kontrolleri yüksektir, azim ve nezaket gibi özellikleri ile toplum tarafından hoş karşılanırlar. Bununla birlikte bazı kişilerde bu özellikler katılık, mükemmeliyetçilik, kuralcılık, kararsızlık gibi uç noktalara ulaşabilir ve işlevsel olmayan bir bozukluk haline gelerek kişiye ve çevresindekilere sıkıntı yaşatır hale gelebilir. Bu kişilerin düşünceleri genellikle akılcı ve işlevsel özelliklerden yoksundur. Bu yoksunluk ise uyumsuz duygulara, davranışlara ve fizyolojik tepkilere yol açabilir. Bu kişilerin bazı otomatik düşünceleri şu şekilde sıralanabilir:
— “Bu iş mükemmel olmalı”,
— “Boş zamanlarımda roman okumak yerine daha üretken işler yapmalıyım”,
— “Ne yapacağıma karar vermeden önce iyi düşünmeliyim yoksa hata yapabilirim”,
— “Bir kişi yanlış davrandıysa cezalandırılmalıdır”,
— “Bu eski lambayı saklamalıyım, çünkü bir gün ihtiyacım olabilir”,
— “Bir işi, doğru olduğundan emin olmak için tekrar tekrar yapmayı tercih ederim”,
— “Bu partide kendimden hoşnut olmalıyım”.
5- Katı olma: Sevgisiz ve merhametsiz olan bu kişilerin acıması yoktur, başkalarına haksızlık ederler, insafsız davranırlar, kıyıcı, katı yürekli ve kalpsizdirler. Gerçekte her insanın özünde merhamete eğilim vardır. Fakat alınan eğitim, geçmiş çocukluk yaraları, dünyanın zalim olması, kıyasıya rekabetler kişiyi merhamet duygusundan yavaş yavaş uzaklaştırabilir. Kişi zamanla başkalarını düşünmeyen, kendi çıkarları için vur çatlasın çal oynasın yaşayan, dünyayla ilgili hiçbir projesi olmayan bir kişilik haline gelebilir. Psikolojide en yaygın savunma mekanizması yansıtma mekanizmasıdır. Bu ilkel savunma düzeneğini kullanan bu kişiler, sorumluluk almak yerine hep karşısındakini suçlama eğilimindedir. Ama gerçekte ortada hiçbir zaman suçlu yoktur, kişiler yanlış giden şeylerde kendi paylarını görebiliyorlarsa hayatta daha başarılı olabilirler. Fakat bu kişiler genellikle sorumluluğu üzerlerinden başka insanların üzerine atarlar ve kendi kusurlarını yansıtırlar.
Yukarıdaki savunmalar kader değildir, değişebilir. Bunun için kişinin hayatın sorumluluğunu alması ve bir rehberin yardımıyla doğru seçimler yapması gerekmektedir. Bu seçimler için de cesaret gerekir. Ama cesaret korkusuzluk demek değildir. Cesaret sadece korku okyanusu içinde var olabilmektir. Çünkü cesaret, korku okyanusu içinde bir adadır. Korku vardır ama bu korkuya rağmen insan o riski göze alır; işte cesaret budur. İnsan titrer, insan karanlığa girmekten korkar ama yine de girer. İnsan, kendine rağmen adım atar; cesur olmanın anlamı da budur. Bu, korkusuzluk demek değildir, “korku dolu olmak ama onun altında ezilmemek” demektir.
Paylaş