Güncelleme Tarihi:
Ortaokuldan terk bir genç kadın ile Amerika’da tahsil yapmış bir genç kadının ortak paydasıdır bu mevzu.
Malum coğrafyanın aile fotoğrafının merkezinde çocuklar oturur. Ne vakit anne olunur, koca karşıya itilir ve çocuklarla saf tutulur. Alan memnun veren memnun olur ve kayınvalide mevzusunun tohumları tam da bu vakitlerde atılmaya başlar.
Kız çocuk, zaten annesinin çektiklerini görmüş, fedakârlığın altında ezilmiş, erkek cinsine karşı şimdiden gardını almıştır. Oğlan çocuk ise bütün zayıf algısına, umursamazlığına rağmen başrolü kapmıştır. Kocadan alınamayan ilgi, fena halde sevilmek, gözünün içine bakılmak, sözünden çıkılmamak... Ne var ne yok istekler paketlenir ve günün birinde oğlandan tahsil edilmek üzere rafa kaldırılır.
Koca, annesinin etkisinden kurtulamamıştır. O vakit tarih tekerrür edecektir ve annesinden kurtarılamıyorsa bağımlı hale getirilecektir.
İşin özeti de, dramı da budur. Şimdi buraya kadar şaşırtıcı bir durum yok. Anne, kocadan yana ne kadar hayal kırıklığı varsa hepsini çevirip oğula yüklemiştir. Beklenti gani, fedakârlık gani oyunu oynanır, hikâye tamamdır.
Mutsuz ve fakat çocukları için saçını süpürge eden anneyle büyüyüp onu kurtaracak oğul... Yeni jenerasyona pek de tanıdık gelmeyen bu durum, şimdilerdeki yetişkin grubun iyi bildiği bir mevzudur. Annenin mutlu edilmekle ilgili ertelenmiş ihtiyaçları oğul tarafından karşılanacaktır. Bu yazılı-çizili olmayan ve hayırlı evlat olmanın önkoşulu zamanı gelince test edilecektir.
Oğlan büyüyüp adam olduğunda, evi barkı, memleketi ayırdığında, Amerika'lara gittiğinde anne pek üzülür, bolca özler. Oğlan, haftada bir aramaya başladığında ise önce söylenir, sonra alışır, “Şimdiki gençler” der, geçer. Vakit gelmemiştir.
Baba ise bu hikâyenin neredeyse figüranıdır. Ya hayırsızdır ya beceriksiz yahut en iyisinden korkulandır. Babalar ve oğulların hikâyesinin önündeki engel, bir yandan erkeklerin kâbusu olan duygularını göstermekteki beceriksizlik, diğer yandan annenin mutsuzluğu ve sebebi olarak tariflenenin baba oluşundandır. Hayat performansı, sahip olduğu iktidar üzerinden okunan erkeğin bir başka erkekle ilişkisi, ister baba-oğul, ister arkadaş, rekabet- iktidar mücadelesinin baskısıyla heder olur gider. Yıllar sonra kurulan, şaşkınlıkla tanışılan pek çok baba-oğul ilişkisi yaşanmıştır bu memlekette. Oysa her oğul, az çok babasının izini taşır; hayatta nelerin yapılmayacağını, başarmanın baskısını, başaramamanın ıstırabını, aslında fena halde sevildiğini, hepsini babasının gözlerinden okur. Bu babalar şimdilerde 30’larında, 40’larında, 50’lerinde olan adamların babalarıdır ve oğulları onlarla ya çok geç tanışmıştır yahut tanışamamıştır.
Annenin oğluyla ilişkisi, başka bir annenin yetiştirdiği bir genç kadın hikâyeye eklenene dek iki ileri bir geri gider. Oğlan dünyaya açılmış, anneyle olan ilişkisinin yükünü hafifletmiş, haftada bir açtığı telefonla durumu idare etmektedir. Annenin “Aramıyorsun oğlum!” şikâyeti, “Çok çalışıyorum”la geri püskürtülür. Annenin de çok dert ettiği yoktur zaten. Derken bir gün oğul evlenir, ayrılık vakti gelmiştir. Oğlunun evlenmesini, çoluğa çocuğa karışmasını, evinin barkının belli olmasını, mutlu mesut yaşamasını istemeyen anne tanımışlığım yoktur.
Anneler oğullarını verirken kederli ve sevinçlidir. Kaybetmekten korkarlar ve nihayetinde her kadın, bir diğer kadının, bir adam üzerindeki gücünü bilir.
Bu coğrafyada doğan her kız çocuğu, muhtemel kayınvalidesi ve onun oğlu, kendisinin muhtemel kocası olacak adam konusunda ezberlere sahiptir. Her Türk kadını kayınvalide sorunsalına az çok hâkimdir ve içinde bir yerlerde eli belinde gelin hanım beklemektedir.
Ortada bir adam, bir yanında ona yıllarını vermiş anne, diğer yanında geleceğini tarifleyecek eş. Kim ne der bilmem, ancak zannımca memlekette evliliklerin açık ara en önemli derdi budur. Yahut bu bataklığa girmeden yola devam eden pek az çift vardır. Anasına çok düşkün fısıltısıyla mimlenen damat, “Bu kız, oğlanı bizden koparacak” kaygısıyla huysuzlaşan anne, “Her şeye annesi mi karar verecek!” hırçınlığındaki gelin hanım bu senaryoyu yıllar boyu oynayabilir.
Kızını yeterince iyi yetiştirememiş olmakla suçlanan kız anası senaryoya eklendiğinde dörtlü tamamlanır. “Senin annen/ benim annem” isimli ve memlekette çok iyi bilinen oyun başlamıştır. Damat bey sıklıkla çabuk pes eder, kendi kayınvalidesini sessizce sever, gelin hanım ve kayınvalidesi ise dirençlidir.
Gelin hanım, evlenmeden önce annesini haftada bir arayan, oflayan, “Annem de çok konuşuyor, her şeye karışıyor” diye şikâyetçi olan eski sevgili yeni koca tarafından kandırıldığını düşünürken, damat bey önce kendi duygusuna şaşırır, annesini arayası vardır, annesi üzülmektedir, kendisini yıllar sonra anneyi terk etmiş hissetmektedir.
Freud’un bir ömür verdiği bu mevzu anlatmakla bitmez, benden size naçizane öneri: Bu bataklıktan kaçmaya çalışın, annesiyle derin ilişki kurabilmiş adamların karılarıyla da ilişki kurabilme becerisini cebinize koyun ve kocanızı, kayınvalidenizle olan ilişkinizin ortasından çıkarın.
Bunun için de;
Saygılı olun.
Yeni aile modelini tanıyın, dilini öğrenin.
Kocanızı devre dışı bırakın.
Kayınvalidenizle ayrı iki kadın ahbaplığı ilişkisi kurun.
Çocuklarınızın babaannesiyle ilişkisinden elinizi eteğinizi çekin.
Tut ki olmadı, mayanız tutmadıysa saygılı olun kâfidir.
Benim bu mevzuda ezel evvel kayınvalidelere torpil geçe-sim vardır. Şimdilerde “Kayınvalide olma vaktin yaklaşıyor, ondandır” diyen çıkar diye söylüyorum, gençlik yıllarımda da böyleydim.
Ömrünü, hayallerini, yaşanmamış hayatı oğula yatıran kadına ne diyeyim şimdi. Gelini sevmeye çalışmak lazım, genç olduğunu unutmamak, ahbap olmaya çalışmak, övmeyi bilmek lazım...
Ancak asıl mevzu, çocuğundan başka hayalleri ve hayatı olmalı insanın, işte o zaman serbest bırakıp sevebilmeyi becerir, yarının kayınvalideleri lafım size, bana.
Dilerim hatta ısrar ederim, ne kendinizi ne evliliğinizi memleketin bu ezberine mahkûm edin, geçinmeye gönlünüz olsun, gerisi gelir.
Psikiyatr Dr. Gülcan Özer