Güncelleme Tarihi:
Kendi deyimiyle dünya cehenneminin çok ötesinde yarattığı cennetinde yaşayan İlhan İrem, aslında hiç uzağımızda değil. Biz “Boşver Arkadaş”, “Anlasana”, “İşte Hayat” şarkılarını unutmadıkça da bu yakınlık sürecek. Kendi cennetinde ona daha yakın olan biri var ama… İlhan İrem ile 21 yıllık evliliğinin hikayesini, çocukluk yıllarını ve ufuktaki müzik çalışmalarını konuştuk.
İçinde büyüdüğünüz aile yapısından bahseder misiniz biraz? Nasıl bir çocukluk yaşadınız?
Dünyanın en özgür, en mutlu çocukluk ve ilk gençliğini yaşadım. Daha ortaokul yıllarında ailemden ayrı bir çatı katında tek başına yaşıyordum. Asla okul kıyafetleri giymedim ve bu her dönemde sorun oldu. Okula gidip gitmemek, okul yerine sinemaya diskoya gitmek tamamen benim kararlarımla sürüyordu. Çocukluğumu iki cümle ile özetlersem; olağanüstü bir düş, sonsuz bir özgürlük.
Dünyanın bütün zamanlarının en özgür çocuklarından biriydim diyebilirim. Tom Sawyer’ın maceraları benim çocukluğumun yanında çok sıkıcı kalır.
Böyle bir atmosfer, inandıklarından asla vazgeçmeyen, özgürlüğe tutkun, dış dünya ile kökten uyumsuz, gerçek insanın, gerçek aşkların peşinde bir düş yolcusu yarattı. Ve ara renklerin olmadığı uçlar alemi… Sonsuz avareliklerden sınırsız ayrıntılara, mükemmelciliğe yorucu gelgitler…
Çocukluğumdan bu yana aynı… Kalabalıkta neşeli, muzır, esprili, mutlu… Yalnızken aşırı melankolik. Daha sonraki yıllarda farklı kompozisyonlara dönüşse de ilk dönem şarkılarımda bu iki ruh hali belirgindir. 1985 tarihli “Pencere… Köprü… Ve Ötesi…” kitabımda dünden yarına geçiş, “İyileşmez hüzünden mistik huzura” başlığı ile vurgulanmıştır.
Lise yıllarında evimizle okul karşı karşıya idi. Öğrenci zilinde uyanır, öğretmen zilinde evden çıkardım. Altımda blucin, saçlar uzunca, yaka paça bir tarafta! İlk dersler genelde geometri olurdu. Hocamız, okulun sahibi ve müdürü Namık Sözeri; “Otobüsü mü kaçırdın? Taksi tutsaydın” diye dalga geçerdi hep. Sonra, yanağındaki beni çekiştirip; “Öf be bilader, geldiğine sevinelim yeter, geç yerine” diye bağırırdı.
Okul orkestrasıyla çaylarda müzik yapan, aşıkların mektuplarını yazan, sakin görünümlü, romantik bir elebaşıydım!
Müzik hayatınızdaki başarınızda ailenizin rolü nedir? İlk başladığınız zamanlarda yaşadığınız küçük bir hikaye paylaşır mısınız?
Anneannemi çok severdim. Çok güzel sesi, masmavi gözleri vardı. Kucağına yatıp yıldızları seyrederdim. Kulağıma şarkılar söylerdi. Hiç bilmediğim şarkılar… Ona eşlik ederdim. “Sen farklısın, sen sanatçı olacaksın” derdi hep.
Ailemin en büyük desteği hiçbir konuda engel ve yasak koymaması ve bütün çocukluğum gibi, müzik konusunda da beni tümüyle özgür bırakması oldu. Bugünkü İlhan’a bakınca, o zamanki sınırsız hürriyetin bilinçli ya da bilinçsiz verildiğinin bir anlamı kalmıyor. İyi ki öyle olmuş ve iyi ki bu yolculuğa çıkmışım. Zaten başka şansları da yok gibiydi. Asla söz dinlemezdim.
Orta ikinci sınıftayken, lise sondaki rockerların kurduğu gruba solist oldum. Uludağ’a konsere gider, günlerce eve, okula uğramazdım. Başka türlü müzik yapıyorduk… İstanbul’dan gelen pek çok profesyonel müzik grubu beni yanlarında götürmek istedi. Ama henüz 16 yaşındaydım ve sevgilim Bursa’daydı! Sonra başkalarının aşkları için yazılmış yabancı şarkılardan sıkıldım. Kendi şiirlerimi ve bestelerimi yazmaya başladığım günlerde İstanbul’un yolunu tuttum.
Müzik dünyasına girişiniz bir “Unkapanı macerası” aslında eskilerde kalan. Şimdiki düzeni düşününce Unkapanı yollarının ne gibi farklılıkları kalıyor geriye, özlenen ya da hiç özlenmeyen…
Unkapanı benim için sadece bir giriş kapısı oldu. 17 Yaşındaydım ve doğru insanlara rastladığım için şanslıydım. Bunun ötesindeki Unkapanı, birkaç istisna firma hariç, cehaletin kutsandığı, bütün tarafların birbirini sömürdüğü, sanatla hiç ilgisi olmayan bir bataklıktı. 40 yıl sonra baktığımda, nerdeyse bütün Türkiye 70’lerin Unkapanı’ndan çok daha geriye gitmiş durumda. Çünkü duygular öldü, toplumsal ve kişisel değerler yerlere düşürüldü. İnsanlar katatonik şizofreni halinde kaskatı donmuş, mutlu(!) ve tepkisiz sürükleniyor. Hissetmeyenler, duymayanlara ve görmeyenlere sanat olduğu söylenen sentetik karalamalar, sayıklamalar sunuyor.
Hesapladığım kadarıyla 21 yıllık bir evliliğiniz var Hansu Hanım ile. Evliliğinizin hikayesinden bahseder misiniz? Nerede tanıştınız, hayatınızı nasıl etkiledi evlilik?
Hansu İrem ile tanışmamız göksel buluşmadır. Daha küçücük bir kız çocuğu iken beni rüyasında görmüş. İngiltere’deki gibi, yola merdivenle inilen, iki katlı taş evlerin olduğu bir sokakta, kolum pelerinli bir kızın omzunda uzaklaşırken, dönüp arkaya ona bakmışım ve “Ben seni bulamam, sen beni bul” demişim. Yıllarla yüreğinde büyütmüş sevgisini. Sonra yaşadıkları şehir olan Ankara’da verdiğim bir konser… Sarı saçları beline kadar uzanan dünyalar güzeli bir kız, çıkışta elime bir kitap tutuşturdu ve kalabalığın arasında yok oldu gitti… İçinde ne isim, ne adres… Sadece bir cümle yazılıydı: “Sözcüklerin büyütülmesinin bazen sessizlik olduğunu ve neşenin büyütülmesinin bazen gözyaşları…”
O kısacık sürede hissettiğim duygu, çevremdeki herkesten çok farklı göründüğü idi. Yıldızlığı, popüler kültürü sorgulamaya başladığım seksenli yıllar… Kaçmak istediğim sessizliğin çağrısı gibiydi. Ankara Konseri uzun bir turnenin ilk durağıydı. 40 gün sonra Anadolu’dan İstanbul’a dönüşte bir magazin gazetesine turneyi anlatan bir röportaj verdim. Elimde de o kitap; “Magnafantagna’nın Ölümü…”
“Ankara konserinde bu kitabı bana veren kızla evleneceğim” dedim. Sonra İstanbul’un kara deliği beni yine içine çekti, her şeyi unuttum. Üç yıl sonra, bir başka Ankara konserinde tekrar gördüm onu. Daha önce saniyelerle gördüğüm halde hemen tanıdım. Konserden sonra asistanımı kalabalığın arasına göndererek kulise davet ettim. Sessiz, sakin, büyülüydü… “Nerelerdesin sen?” dedim. Hiç konuşmuyordu.
Adını öğrendim ve telefonunu alabildim. Ertesi gün Gölbaşı’nda yürüdük. O röportajı görmüş ama o zamanlar iletişim imkanları kısıtlı olduğu için ulaşamamış. Bana rüyasını anlattı. Onu çağırdığım halde tanımadığım için benimle ilgilenmemeye karar vermiş aslında. Ama sonra elimde kitapla o röportajı görmüş tesadüfen… Başka bir şey konuşmadık. Soğuk Ankara’yı ve sessizliği hatırlıyorum. Gürültü patırtının dışına çıktığım zamansız bir masal gibiydi… Sonra İstanbul’a deli dolu hayatıma döndüm.
Sevgilere, insanlara güvenim giderek eriyordu ve bir anafor içinde kısa süreli rüzgarlar yaşıyordum. O ise çok masum, çok farklıydı… İstanbul’daki cadı kazanına girmesini istemedim. Yıllar yılı kimselerin bilmediği telefon sırdaşım oldu. Türk ve dünya edebiyatının edebi ve felsefi cephesinde, okumadığı kitap, izlemediği film yok gibiydi… Ve o masumiyeti içinde binlerce yıllık bilgeliğin dizelerini yazıyordu ki, sürekli bir yürek çarpıntısıyla yol arkadaşımı buldum, ona aşık oldum. O da aynı duygular içindeydi ama ikimiz de susuyorduk... Yeni yazdığım şarkıları dinletiyor, beraberliklerimi, mutluluğumu ve mutsuzluğumu paylaşıyordum. Giderek kirlenmeyen hiçbir şey kalmadı…
Anlamsız bir dünyada, anlamsız insanlarla, anlamsız koşuları bırakıp, bambaşka bir yolculuğa çıkmaya karar verdim. Işık yürekli insanlar için birlikte cennetimizi kuracağım insanım Hansu İrem’di… Onunla başka boyutlardan tanışıyorduk! 1 Ekim 1991’de sadece ailelilerimizin bulunduğu bir törenle İda Dağları’nda evlendik.
Özellikle mi çocuğunuz olmasını istemediniz?
Kısıtlı dünya zamanlarında daha yazılacak şarkılarım ve gidilecek yollarımız var. Bir noktaya bağlanmadan ve yaratımlarımdan farklı konularla zaman yitirmeden, düşüncelerimin ve hayatımın sürekli özgür olması gerekiyor. Hürriyetimizin kısıtlanmasını istemedik. Yeni bir canın sorumluluklarını eksiksiz yerine getirmek için, nice ruhlarla buluşacak yüzlerce şarkıdan vazgeçmedim. Başka alemlerde yaşayıp yaratmanın keyfiyle dünyevi sorumluluklardan kaçtık diyebilirim.
Çocuklar için hazırlanmış albümünüz vardı 4 yıl önce. Şimdilerde de “ÇOCUK GÖZÜYLE İLHAN İREM / İLHAN İREM GÖZÜYLE ÇOCUK” konseptiyle programa konu oluyorsunuz. Çocukların dünyası ile aranız oldukça iyi, yanılıyor muyum? Genel anlamda çocuklarla iletişiminizden bahseder misiniz?
Bir önceki yanıtımla çelişkili gibi görünse de çocukları çok severim, çocuklar da beni çok sever. Çünkü ben onları çocuk olarak görmem, çocuk gibi davranmam. Benim için çocuklar, her istediklerini yapan, düşleri ve düşünceleri sınırsız cücelerdir. Savaşın, terörün, baskıların şanssız çocukları da var bütün ülkelerde… Onların ruhları dahi dünya halleriyle eğilip bükülmemiştir. Çocuklarla en ciddi konuları konuşsanız bile, olayları ele alış biçimleri, paylaşımları, hayal güçleri inanılmazdır. Ben İçimdeki çocuğu yaşatıyorum… Düşlerimi, hayallerimi, saf sevgilerimi öldürmedim. Belki de bu yüzden çocuklarla iyi anlaşıyoruz.
Yıllardır merak ettiğim bir soru var: Sesinizin her tip psikoloji üzerinde sakinleştirici etkisi olduğuna dair bir araştırma var yıllar önce yapılan. Hatta akıl hastanelerinde tedavi amaçlı kullanılmış. Bu araştırma doğru mudur? Doğruysa araştırma esnasında sizin ne gibi katkılarınız oldu?
Müziğe başladığım yıllardan bu yana böyle bir bilgi akışı var. Doksanlı yıllarda Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nden gelen bir davet üzerine gittiğimde ilginç deneyimler anlatılmıştı. Stres yüklemelerinde sesimin rahatlatıcı bir unsur olarak etki ettiği konusunda sürekli bilgiler alıyorum.
Dünyada ve ülkemizde müzikle tedavi ile ilgili yapılan araştırmalar ve bu konu ile ilgilenen insanlar var… Ancak benim, paylaşılan şarkılarım dışında konuya direkt olarak bir katkım olmadı ve sorulmadıkça konuyu ilgi alanımın içine almıyorum. Çünkü benim için bu konu, inanç gibi kainatla insan ruhu arasında bir aurasal iletişimdir. Algıdan algıya sonsuz nüanslarla değişebilen, genelleme yapılamayacak çok özel bir hissediştir.
Şarkıların bilinçaltına ulaşması, ses aralığı ve tınısı gibi olgularla açıklanabilir belki… Ama bence aslolan, yaratılanın doğallığı ve şeffaflığıdır. Kainatın ruhunu bütün çıplaklığı ile yansıtan, dünyevi katkılara ve kaygılara bulaşmamış saf seslenişler, masumiyet kapılarını açarak ruhlara yapışmış kirleri, tozları, yabancı maddeleri de kendine dönüştürebiliyor.
Yeni bir albüm ve konser programınız var. Albümün muhtevasından, ne zaman dinleyici ile buluşacağından bahseder misiniz biraz? Konserler takriben ne zaman başlayacak?
Yeri gelmişken, bu konuda söylemek istediklerim var. Dünya cehenneminin çok ötesinde yarattığım cennet birilerini rahatsız ediyor… Albümlerim ve konserlerim engellenmek isteniyor. Asla başarılı olamazlar. Ve ben bitirmedikçe hiçbir şey bitmez. Eğer bu sevgi kozasının sonsuz içyüzü görülebilse, belki de gezegen bu acınası cinnet halinde olmazdı. Cehalet kara bir bulut gibi ülkeyi esir aldı…
Gözleri aydınlığa kapalı olanlar, her şeyi kendi standartlarına indirgeyip anlamaya, anlatmaya çalışıyorlar. Oysa söylediklerim şarkı, yaşananlar konser değil… Biz, bir yürek büyüsü paylaşıyoruz. Albümü düşüncemde bitirdiğimde stüdyoya gireceğim. Konsept henüz şekillenmediğinden içerik netleşmedi. Zamanı ise tümüyle belirsiz. Gelecek yıl veya yıllar sonra çıkabilir. Çalışmanın süresini şarkıların ve kurgunun akışı belirliyor. Konserlere gelince, 14 yıl aranın ardından 2006 yılında “Ayrılıkların da Sonu Var” serisi ile sahnelere döndükten sonra, İstanbul ağırlıklı nadir konserler veriyorum. 22 Eylül 2012’de “Aşk İstanbul’da” başlıklı konser ile Kuruçeşme Arena’da olacağım.
Değerli paylaşımlarından ötürü İlhan İrem'e çok teşekkür ederiz.
Röportaj: Hanife Yaşar