Güncelleme Tarihi:
Hurriyet.com.tr Genel Yayın Yönetmeni ve yazarı Fatih Çekirge, gazetecilik başarılarıyla dolu bir kariyere sahip. Çekirge’nin yoğun iş temposunun yanında sürdürdüğü bir sorumluluğu daha var: Babalık görevi. 18 yaşındaki kızı Eylül ile 11 yaşındaki oğlu Kuzey’i ve onlarla olan ilişkisini tüm samimiyetiyle anlatan Fatih Çekirge ile keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Babalık duygusunu ilk olarak ne zaman yaşadınız? Eşiniz hamileyken mi, bebeği kucağınıza aldığınızda mı?
Baba olduğunu hissetmek göreceli bir şey. İnsan kahvaltıda otururken de baba olduğunu hissedebilir. Baba olduğunu hissetmekten çok bir çocuğunuz olduğunu hissetme duygusunu tanımlayayım ben size. Mesela Eylül İngiltere’de okuyor. Onu okula bu sene götürdüm. Eylül’ü orada bırakırken inanılmaz bir duygu hissettim. Bir ayrılışla daha kuvvetli geldi bana. Yüzlerce öğrencinin içinde onu bıraktım ve kayboldu, gitti. O görüntü beni çok çarptı tabi. Baba kız ilişkisi ayrılışla birlikte patladı. Onunla buluşmalarımızı falan çok önemsiyorum.
Kuzey’le ise daha farklı oldu. Kuzey ilk turnuvaya çıktığında onu hissettim. Çok heyecanlandım. İkisinin birden babası olduğumu ise yelken yaparken Didim açıklarında fırtınaya yakalandığımızda hissettim. İkisini de omuzlarımın arasına aldım. O an çok tehlikeli bir durumdu. Sonra zaten tövbe ettim hava raporu almadan yelken yapmaya.
Doğru bir zamanda mı baba oldunuz sizce? Biraz daha erken ya da geç olsa bir kelebek etkisi yaşanır mıydı?
Bana göre iyi bir zamanda baba oldum. Eylül daha erken doğdu, büyüdü. Benim için tecrübe oldu. Daha sonra o tecrübe Kuzey’de pekişti. Bence herkes çocukluk duygusunu tatmalı. İnsanı bu dünyaya karşı daha dayanılabilir kılıyor. Çocukla olan ilişkisi, dünyayla olan ilişkisini daha katlanabilir hale getiriyor. Bir anlamda çocuk sahibi olmak vitamin gibi.
Eylül annesiyle mi yoksa sizinle mi daha yakındır?
Ben çok çalıştığım için çok fazla vakit ayıramıyorum tabii. Eylül annesiyle ayrı benimle ayrı iletişim bağı var. Tabii yine annesi daha yakın. Onu hissediyorum ben. Hatta geçen gün bir şey oldu. Eylül okulda ilk senesini tamamlıyor ancak eğer bir sınavını geçemezse tamamlayamayacak. Sınava girmiş ancak sınava girdiğini mail olarak okul yönetimine atmamış. Okul yönetimi de bunun üzerine reddedildiniz diye mesaj göndermiş. Bunu ilk önce annesiyle paylaşmış. Kabul edildiniz kısmını bana söyledi. En son babalar duyuyor yani.
Müdahaleci bir baba mısınız?
Kışla babası değilim, polisiye bir baba da değilim. Militer ya da yasaklayıcı bir şekilde ona yaklaşmıyorum. Ancak zaman zaman ona Harry Potter olmaya çalışıyorum. Onu yeri geldiğinde uyarıyorum. Bir kısmını dinliyor, bir kısmını dinlemiyor. O noktada çok müdahaleci değilim. En korktuğum şey Eylül ve Kuzey’in üzülmesidir.
Türkiye’de eğitim inanılmaz yasaklayıcı, çocukları perişan edici, sonuçsuz bırakan bir sistem. Üniversiteye gireyim sonra olmadı bir daha sınava gireyim diyen çocukların bu dünyada mutlu olma ihtimalinin çok düşük olduğunu düşünüyorum. İnsanın bu dünyadaki var olma amacı bu dünyadan keyif almak. Ama biz çocuklarımıza bu dünyadan keyif alması gerektiğini bir türlü söyleyemiyoruz. Sabahın erken saatlerinde kalkan bir çocuğa akşama kadar ders verilir mi? Böyle bir sistemimiz var.
Oğlunuzun turnuvası için 29 Ekim Resepsiyonuna bile katılmadınız. Bir gün işinizi tamamen bırakmanız bile gerekse oğlunuza bu desteği verir misiniz?
Gidemedim oraya ben evet. Ben açık açık Kuzey’in tenis konusunda çok iyi olduğunu söylüyorum. Neden tenisçi olmasın? Bugün Marsel İlhan çok zor şartlarda çalışmalarını sürdürüyor. Ancak Avrupa’nın başka bir şehrinde olsaydı çok daha iyi yerlerde olurdu. Avrupa’da veya Amerika’da bir çocuk üniversiteye girerken yalnızca aldığı notlarla girmez. Sosyal aktiviteleri de etkili olur.
Bizim eskiden inek diye tabir ettiğimiz yalnızca ders notlarına odaklanmış çocukların yaratıcılığı yoktur. Bize lazım olan yaratıcı çocuklar yetiştirmek. Türkiye’de eğitim buna izin vermiyor. Bir sürü üniversite var ancak bu üniversitelerin hiçbirinde doğru dürüst spor bursu yoktur.
Bir çocuk sınava girmiş. Kelime karşılığının ne olduğunu bile bilmediği “sehven” diye bir şeyle karşılaşıyor. Zaten bu üniversite sınavlarının nasıl olduğunu anlamak bile bir sınav sorusu. Ben hala anlamış değilim. Dolayısıyla ben Türkiye’deki anne babaların bu eğitim sistemine çocuklarını zorlayarak büyük haksızlık ettiklerine inanıyorum. Anne babalar bu konuda bir şey yapmalı. Anne baba olmak yalnızca doğumhaneden çocuğu alıp daha sonra da bu bataklık kılıklı sistemin içerisine bırakıp orada perişan olmasını izlemek çözüm değil.
Bir baba çocuğunu karşısına alsın ve desin ki; “2x2 kaç eder?” 4 diyecek o da. Peki, şimdi sen bu 4’ü ne yapacaksın diye sorması lazım. Bu 4 ne işine yarıyor? 4’ün ne işe yaradığını öğretmeyen bir sistem yalnızca aritmetik çocuklar yetiştirir. Ben baba olarak çocuğumun aritmetik olmasını istemiyorum. Anne ve babaların “Sınavdan kaç aldın?” sorusu yerine “4 ne işe yarar?” sorusunu sorması daha önemli.
Diyelim ki, oğlunuzun tenis tutkusu çok önemli boyutlara geldi. Sizin de işinizi gücünüzü bırakıp onunla ilgilenmeniz gerekiyor. Böyle bir noktada bu fedakarlığı yapar mısınız?
Bu yazdan itibaren Kuzey’e Avrupa kentinden tenis akademisine rahatlıkla gidebileceği bir yer tutacağız. Annesi de bu fedakarlığı yapacak ve onunla kalacak. O bunaldığında da ben giderim. Bu konuda en ufak bir tereddüttüm yok. Çok sevgili bir patronum var, Vuslat Hanım hiçbir şey demez:) Ben Kuzey’in bu olayını anlattığımda “Tüylerim diken diken oldu” dedi. O da bir şans benim için.
Oğlunuz tenis yerine gazetecilikle ilgilensin ister miydiniz?
15 yaşından sonra “Tenisçi olacağım” diyemezsiniz ancak 15 yaşından sonra gazeteci olacağım diyebilirsiniz. Dolayısıyla şu anda en kritik dönemi. 11-15 yaş arasını tenisçi olarak yaşayacaksa buna ben olanak sağlayacağım. 15’ten sonra diyebilir ki; “Ben bu kadar yapıyorum, kapasitem bu.” O zaman da zaten bulunduğu okuldan herhangi bir bursla istediği üniversiteye gidebilecek. Ona sağlayacağım bu benim baba olarak. Gazetecilik isterse onun yiyeceği bir dayak bu (kahkahalar).
Biz gazetecilikte hep başarı öykülerine dikkat ederiz. Halbuki bizim mesleğimiz kayıp insanlarla doludur. Faili meçhulleri vardır. Onları kimse bilmez.
Gelelim Babalar Günü’ne. Özel kutlamalar yapar mısınız? Daha önce nasıl geçirirdiniz?
Bunu en baştan söyleyeyim ve siz de en baştan yazın. Ben Anneler Günü, Babalar Günü gibi olayları sevmem. Şu lafı da etmeyeceğim: “Tüketim önemli.” Tüketsin kardeşim. Ben ona bir şey demiyorum. Tabii ki, o tüketim olacak.
Ben 365 gün babayım. 365 gün bir kadını seviyorsam seviyorum. Seni sevdim bugün, yarın unuturum diye bir şey yok. Tek pozitif yanı ise tüketimin olması. İnsanlar birbirlerine bir şey alıyor. En azından seçme duygumuz ön plana çıkıyor. Erkeklerin özellikle. Mesela bir alışveriş merkezine gidin. Kadın hep önden yürür kadın da arkasından uflaya puflaya onu takip eder. Sen de gez kardeşim, sen de seç. Çünkü bu seçme özgürlüğü ruhun incelmesidir. Bir şeyi diğerlerine göre tercih ediyoruz. “Ben hiçbir şey tercih etmek istemiyorum eve gidip televizyonda maç seyredeyim” diye düşünüyor erkekler. Bu tür adamlarda bence ruh incelmesi sorunu oluşuyor.
Babalar Günü’nde annelerin, Anneler Günü’nde babaların ya da sevgililerin diğer insanlara bir şey seçiyor olması pozitif bir durum. Ama bunu robot gibi kabul ediyorsa hiç önemi yok. Şimdi diyebilirler ki “Paran varsa zevk. Biz ne ile alacağız? Ayın sonunu zor getiriyoruz.” Para olması önemli değil. Boş bir kağıda yazılmış üç cümle bile büyük bir hediyedir. Düşünmek önemli. İllaki gidip pahalı bir şey almaktan söz etmiyorum.
Özel bir programınız var mı Babalar Günü için?
Kızım yurt dışında. Eğer fırsat bulursak bir araya geleceğiz.
Fatih Çekirge'ye değerli paylaşımlarından dolayı teşekkür ederiz.
Röportaj: Hanife Yaşar
Fotoğraf: Melin Kahraman