ABBA’yı duymayan insan sayısı çok fazla değildir herhalde.
1970’lerin hemen başında Eurovision’da birinci olduktan sonra gerçek bir pop fenomeni olan ABBA’nın 30’uncu kuruluş yıldönümü kutlanıyor dünyanın çeşitli noktalarında.
Çocukken grubun kadın üyelerine aşıktım. Biraz büyüyünce müziklerinin berbat olduğunu düşündüm.
Biraz daha büyüyünce, parti ortamlarında filan eğlendirici olduğunu fark ettim.
Şu anda Therion, Metalium, Morgana Lefay, Paradox gibi çok popüler olmayan heavy metal gruplarının ABBA şarkılarını yorumladıkları bir albüm dinliyorum.
ABBA’yla ilgili kişisel tarihimi böyle ‘dan dan dan!’ şeklinde üç cümleyle özetlediğime şaşırdığımı vurguladıktan sonra esas konuya geçelim.
Dünyada Volvo’yla birlikte en çok tanınan ikinci İsveç markası olan ABBA, daha sonra birbirleriyle evlenen (grup dağıldıktan sonra boşandılar) dört elemandan oluşuyordu.
Agnetha, Björn, Benny ve Anni-Frid’in baş harflerinden oluşturulan ABBA ismi, topluluğun dağılmasının üzerinden yirmi yıl geçmiş olmasına rağmen herkes tarafından biliniyor.
Toplam 350 milyon albüm satmak zaten her babayiğidin harcı değil.
Yabancı müziğe birazcık ilgi duyan biri bile ‘Üç tane ABBA şarkısı sırala bakim?’ dendiğinde; ‘Eeeee; Waterlooo... Voluez-Vouz, Chiquitita... Money, Money, Money... Thank You For The Music... Dancing Queen...’ şeklinde ilerleyebilir.
ABBA elemanları -Agnetha Falkstog hariç- Londra’da, şarkılarının kullanıldığı ‘Mamma Mia!’ müzikalinin özel gösterimi için bir araya geldi geçtiğimiz günlerde.
Rivayete göre, Agnetha, Björn’le yani eski kocasıyla aynı mekanda bulunmamaya dikkat ediyormuş.
Oysa Björn, Agnetha sorulduğunda ‘Görüşüyoruz. Geçen hafta buluştuk. Zaten artık üç yaşında bir torunumuz var. On yıl önceye göre daha sık görüşüyoruz’ cevabını vermiş.
Bugün 58 yaşında olan Björn Ulvaeus’un o gecede verdiği ve benim yabancı ajanslardan okuduğum cevaplar o kadar güzeldi ki... Zaten bu yazıyı yazmama o cevaplar neden oldu.
Bundan dört yıl önce ABBA’ya yeniden birleşmeleri için tamı tamına 1 milyar dolar teklif edilmişti. Grup, bir an bile düşünmeden ‘Devlet su işleri, bırakın bu işleri’ tavrıyla ‘Hayır!’ demişti ve takdirimizi kazanmıştı.
Yıllar sonra buluşup rezil olan toplulukları hiç saymayalım burada di mi?
Londra’daki gecede Björn Ulvaeus’a ‘Peki bu rakam ikiye katlansa?’ diye sorulmuş; yani 2 milyar dolardan bahsediyoruz, muhterem vatandaşlar.
Björn abimiz, ‘Yaaa, hakikaten bırakın bu işleri abicim ya!’ demiş. Aslında cevabı bu değil tabii. Tam olarak ne dediğini merak edenler için aktarıyorum; dikkat buyurunuz: ‘1981’de dağıldık. Aradan çok zaman geçti. Şimdi yeniden karşılarına çıkıp, hayranlarımızı hayal kırıklığına uğratmak istemiyoruz...’
Bir kez daha takdir ettik. 2 milyar doları TL’ye çevirmek bile moral bozacağından bu konuyu çok merak edenlere bırakıyorum.
Björn Ulvaeus şu sıralarda ABBA şarkılarını İsveççe’ye çevirmekle uğraşıyormuş.
Belli ki sakin sakin takılıyor. Bu arada yeniden bir araya gelmeleri konusunda Björn Ulvaeus’un verdiği şu cevabı da aktarmadan geçmeyeyim: ‘Şarkıların sözlerini bile tam olarak hatırlamıyorum. Eski günlerden kalan elbiseler de artık müzelere ait. Zaten istesem de içine giremem...’
Her şeyi tadında bırakmak ne güzel bir şey...
Son olarak, elemanları bir araya getiren ‘Mamma Mia!’ müzikalinden de bahsedeyim. Şu anda 11 ekip tarafından dünyanın çeşitli yerlerinde sahneleniyor. Beş yılda 750 milyon dolar getirdi müzikal.
Avustralya’da, her on Avustralyalıdan biri seyretmiş durumda...
Ben artık başka bir şey demem ve ABBA şarkılarının heavy metal yorumlarına dönüp Rough Silk’ten ‘Take A Chance On Me’yi dinlerim...
Tam futbol aşkımı kalbime gömecekken
Yok tabii böyle bir şey. Futbola olan aşkımız bitecek gibi değil.
Fakat özellikle Türkiye’de hadisenin alabildiğince sakilleşmesi moralimi bozmuş durumdaydı.
Ciddi ciddi sadece NBA’e odaklanmayı, bilardo şampiyonalarına takılmayı, badminton hastası olmayı bile düşündüm.
Türkiye’deki sakilliğin üstüne, Avrupa’da sürekli aynı takımların final oynaması da eklendiği için böyle bir umutsuzluğa sürüklenmiştim.
Tabii ki adamlar yatırımlarının karşılığını alıyor ama ben bir Milan-Real Madrid finali daha seyretmek istemiyordum.
Ta ki; bu hafta içi oynanan maçları seyredene kadar.
Önce Chelsea, Arsenal’i yendi. Arsenal’i seven biri olarak bu sürprize pek sevindiğimi söyleyemeyeceğim.
Sonra ilk bomba patladı. İlk maçta 4-2 kaybetmiş olan Monaco’nun kadrosuyla insana rahatsızlık verecek kadar iyi olan Real Madrid’i 3-1 yenmesi ve Şampiyonlar Ligi’nin dışına atması şahane bir hareketti.
Ertesi gün, yani çarşamba günü, CNN spor bültenlerinde, ilk maçta Milan’a 4-1 yenilmiş olan Deportivo La Coruna oyuncularının maç öncesi görüşlerini seyrediyorum.
Çok umutlu değiller ama ‘Yenilmek için de çıkmayacağız sahaya’ gibi laflar ediyorlar.
Milan’a özel bir gıcığım veya Deportivo’ya bir aşkım söz konusu değil. Fakat yine de Deportivo kazansın diye kuruluyorum televizyonun karşısına.
Bugüne kadar seyrettiğim futbol mücadeleleri arasında ilk üçe kesin koyacağım bir mücadele veriyor Deportivo, geçen senenin Şampiyonlar ligi Şampiyonu Milan’ı 4-0 yeniyor ve yarı finale kalıyor.
Şu anda Deportivo, Porto, Chelsea ve Monaco kaldı.
Bu kulüpler de bizim kulüplerimizle karşılaştırıldığında fakir sayılmaz (Hele Chelsea... pardon yani!)
Ama en azından çeyrek final eşleşmeleri sırasında favori olarak gösterilmiyorlardı.
Ben yine en fakir olanı, Porto’yu istiyorum.
Real Madrid’in kadrosunda istemeyip Monaco’ya kiraladığı Morientes’in golüyle elenmesi, ukala dümbeleği Manchester’ı eleyen Porto’nun yarı finali görmesi...