28 Kasım 2009
“Kim bakıyor ki kendine? Sen bakıyor musun?” dedi babam hastanede. Dehşet dolu bir ifadeyle gözlerine baktım. “Ben bakıyorum, çevremde çok insan da bakıyor! Dalga mı geçiyorsun?” dedim. Bir gece önce televizyon seyrederken eşimin tansiyonu birden 20’lere çıktı. Ambulans çağırdık. Tahmin edersiniz ki, soğukkanlı kalmaya çalışsam da panik oldum. İşin bir diğer kötü tarafı da, oğlumuz Sinan’ın bütün bunlara tanık olmasıydı.
Bir ara içeri kaçıp ağladığını duydum. Ama onun yanına gidemedim çünkü eşimi yalnız bırakamazdım. Şerif, koltuğa oturup biraz rahatladı. Ben de Sinan’dan yardım istedim. Babasına su getirmesini mesela. Yanımızda durdu ve babasına destek olmaya çalıştı.
Yaşadığımız çok ağır bir durum değildi. Buna rağmen çok korktuk ve gerildik. Bunun Sinan üzerindeki etkisi ise çok daha yoğun oldu. Gece babasının yanında yatmak istedi. Hatta bana gece boyunca onu kontrol edeceğini, merak etmememi tembihledi. Eşimin anlattığına göre, uyumadan önce ara ara nefes alıp almadığını, ateşini kontrol etmiş.
Sinan ertesi gün uzun zamandır yapmadığı tiklerinden birkaç sinyal gönderdi. Hafiften eski göz kırpıştırma tiki ortaya çıktı.
Çocukları bütün kötü görüntülerden ve tecrübelerden uzak tutmaya çalışıyoruz. Ama onların yaşayacakları konusunda çok da yapabileceğimiz bir şey yok. Kader belki de...
Ama kendi yapabileceklerimize takıldım ben yine bu durumda. Bir kere soğukkanlı olmak lazım. Bunun için de bilmek lazım. Bu yüzden, ilkyardım konusunu ara ara okumak, hatırlamak lazım. Belli telefon numaralarını ortalıkta yazılı tutmak lazım. İnanın aklınızdaki numaraları bile unutabiliyorsunuz.
Evet, yapabileceğimiz bir diğer şey de yazının başında yer alan, babamla aramızdaki tartışma konusu: Kendimize bakmak... Çünkü her ne kadar dış etkenler söz konusu olsa da her insan kendi sağlığından daha çok sorumludur.
Hoşçakalın...
Evet, benden bu kadar... Tam 7 senedir Hürriyet’in bu sayfasında sizlerle beraberdik. İlk yazılara başladığımda Sinan 2 yaşındaydı. O zamandan beri yaşadığım, öğrendiğim, duyduğum, dinlediğim her şeyi sizlerle paylaştım. Ve tabii sizler de benimle... İlk defa çocuklarımızdan, annelik tecrübelerimizden, acizliğimizden, sıkıntılarımızdan burada bahsettik. Hep beraber neler yapabileceğimizin, çocuklarımızı nasıl daha iyi ve sağlıklı büyütebileceğimizin yollarını aradık, bulduk. Hürriyet’e bize bu fırsatı verdiği için ve bütün diğer yayınlara da bu kapıyı açtığı için çok teşekkür ederim.
Ben Parents dergisinde yazılarıma, ekibimle çalışmalara devam ediyor olacağım. Bana her zaman norar@parents.com.tr adresinden ulaşabilirsiniz.
Kendinize ve çocuklarınıza iyi bakın... Görüşmek üzere...
Yazının Devamını Oku 21 Kasım 2009
Televizyonda bir reklam var, muhtemelen siz de denk gelmişsinizdir. Sokakta oynayan çocukların topu, perili köşk gibi görünen viran bir konağa kaçar. Birkaçı cesaret edip içeri girer ve o güne kadar o eve kaçmış onlarca top bulup arkadaşlarına dağıtırlar. Son zamanlarda seyretmekten en keyif aldığım ve hakkında düşündüğüm reklamlardan biri. Mesaj belli: Çocuklarınıza cesur olma hakkı verin.
Ben Sinan’ı biraz korkak bulurum. Babası ise temkinli... Bilmediği şeyleri denemekten, ürkütücü görünen şeylere yaklaşmaktan yapı itibarıyla çekinir. Ama önemli olan onun karakteri değil, bir anne-baba olarak bu konuda bizim neler yapabileceğimiz bana kalırsa.
Prof. Dr. Yankı Yazgan’la yediğimiz bir öğle yemeğinde, bize büyük görevler düştüğünü öğrendim. Çünkü Yazgan’ın söylediğine göre kaygı bulaşıcı. Kaygılı anne-babanın yüz ifadesi, ses tonu ve vücut duruşu çocuğuna da kolayca bulaşarak, onun da aynı ya da benzer kaygıları taşımasına neden oluyor. Üstelik sürekli kaygılanıp durmaktan, gelişiminde nelerin daha önemli olduğunu unutup oyun oynamasını engellediğiniz çocuğumuzun özgüveni yüksek, hayata karşı cesur, ayakları yere sağlam basan birisi olmasını bekleyebilir misiniz?
2008 yılında 12 ülkede bir araştırma yapılmış. Buna göre, Türkiye’deki annelerin, çocuklarının ev dışında yaşayarak öğrenme olanaklarından kazanmalarını en çok bekledikleri kavram, kendine güven. Oranı yüzde 59, aynı beklenti oranı Amerikalılar için yüzde 20. Sosyal anlamdaki gelişim, yardımlaşma, işbirliği ve arkadaşlık gibi beklentiler ise (Türkiye’de yüzde 38, Amerika’da yüzde 60, Fransa’da 31) daha arka planda kalıyor. Ayrıca, Türkiye’deki annelerin büyük bir bölümü çocuklarının dışarıda, parkta ya da bahçede oynarken daha mutlu göründüğünü, bu faaliyetlerin çocukların sağlıklı gelişimini olumlu yönde desteklediğini düşünüyor. Ancak, bu düşüncelerine rağmen annelerin yüzde 83’ü güvenlik kaygısı taşıyor.
Araştırma sonuçlarına göre Türk annelerinde belirgin biçimde görülen otomatik düşünce akışı şöyle:
“Çocuğum sokakta oynasın, ama benim gözümün önünde olsun.”
“Dışarıda olsun, ama dışarısı bence emniyetli değil.”
“Kendine güvensin, cesur olsun ve korkmasın, ama dizimin dibinden ayrılmasın.”
Kendimiz korkak olmasak bile çocuklarımız için abartılı tepkiler gösterdiğimiz bir gerçek. Neyin ne zaman doğru olduğunu tam bilememekten de kaynaklanıyor bazı durumlar. Mesela Sinan iki sokak ötedeki okula yürüyerek tek başına gidebilir mi? Veya Zeynep evde bir saat yalnız kalabilir mi? Bunun için doğru yaş ne zaman başlar?
Bizler rahat ve cesur olarak ilk adımı atabiliriz. Ve tabii onları da cesaretlendirmek lazım. Çünkü Yankı Bey’in de dediği gibi çocuk, özgürce bir deneyimle, korkuyu aşarak kazanabileceği cesareti geliştirme fırsatını kaçırdığında, hem korkusu derinleşir, hem de anne-babaların çok arzu ettiği güven duygusundan çok uzaklara düşer. Korkusuna kaynaklık eden durumlarda, anne ve babanın tam desteğini hissettiği ölçüde rahatlayabilir. Anne ve babalar yersiz korkuları ile (düşersin, giysilerin kirlenir) çocuğa destek olmak yerine, onun hayatını gereksiz yere kısıtladıklarında, çocuğun deneyerek, yaşayarak öğrenmesini, korkuyu tanımasını engellemiş olurlar. Çocuğuna “Cesur ol” ya da “Özgüvenli ol” diyen anne ve baba, davranışları ile bunun tam tersi sonuçlara yol açabilir.
Çok sevdiğim bir laf vardır, yazımı onunla bitirmek istiyorum: Korkakların heykeli dikilmez!
Yazının Devamını Oku 14 Kasım 2009
Domuz gribi yüzünden, uzun zamandır hastalıktan başka bir şey konuşmaz olduk. Her ne kadar haberleri izlememeyi tercih etsem de, bundan kaçmak mümkün olmuyor tabii ki. Uzak ve soğukkanlı kalmaya, belki de görünmeye çalışarak, bilgileri edinip kafayı yemeden yol almaya gayret ettim kendi kendime. Doğrusunu isterseniz, çok da paniklemedim. Dünyanın en ölümcül hastalığı sınıfına sokmadım. Ama dikkat edilmesi gereken durumların mesajını aldım.
29 Ekim tatilinde, annem telefonda babamın hastalandığını söyleyince onu hemen teste gönderdim. Uslu bir baba olarak sözümü dinledi ve test yaptırdı; domuz gribi değilmiş. Aradan birkaç gün geçti. Sinan, annemde kalmıştı. Sabah annemin mesajı ile uyandım. Sinan’ın 39’un üzerinde ateşi vardı.
Normal şartlarda panik olmam. Canım sıkılır ama artık panik kısmını aştığıma inanıyordum. Ne var ki bu sene durumlar farklı olduğundan hemen doktorundan randevu aldım. Belirtiler daha çok faranjiti gösteriyordu. Doktorumuz Sinan Bey de teşhisimi onayladı: Rahatladım?
Eve geldik. Sinan gerçekten çok halsizdi. İlerleyen saatlerde ateşin eskisi gibi kolay kolay inmediğini fark ettim. Hatta gece bir ara 39.9 bile oldu. İkinci gün de böyle devam etmeye başlayınca, bu sefer paniklemeye başladım. Doktorumuzu arayıp tahlil detaylarını öğrendim. Nerede nasıl yapılabildiği gibi. İkinci geceye doğru ateşi düşmeye başlayınca tahlil ve grip tedavisine gerek kalmadı. Sıkı bir boğaz hastalığını yenmeye başlamıştık.
Ertesi gün Sinan’ın bir arkadaşı ziyaretine geldi. Çocukların domuz gribi hakkında muhabbetini dinledim. O kadar korkuyorlardı ki domuz gribinden, size anlatamam. Sanki ölümle bağdaştırmışlardı onu. “Domuz gribi olursan, ölürsün demektir bu” mantığındaydılar. Onlara durumun böyle olmadığını anlatmaya başladım. Bu hastalıktan bu kadar korkmamaları gerektiğini, gerekenlerin yapılması durumunda biraz ağır bir grip geçirmiş olacaklarını ama kötü bir son yaşanmayacağını söyledim. Hepsinin çantasında jelleri de vardı artık. Zaten pek öpüşüp elleşmeyi de sevmediklerinden insanlarla mesafelerini koruyorlardı.
Bir kez daha emin oldum ki, özellikle beraber televizyon izlediğimizde, ya da gündemdeki bir konu çok konuşulduğunda, çocuklarla bunu ayrıca konuşmak, onların anlayabileceği dilde açıklamak gerekiyor.
Yazının Devamını Oku 7 Kasım 2009
Çok rahat bir hamilelik geçirmeme rağmen, o döneme karşı hiçbir yakınlık hissetmem. Hamileyken de durumunun tadını çıkaran, eli karnında dolaşan bir kadın olmadım. Zaten devasa bir hamileydim. Giyecek hiçbir şey bulamaz oldum. Güzel miydim bilemem ama asla şık değildim. Çünkü alışveriş yapacak mağaza sayısı üçten fazla değildi. Alınabilecekler de?
Sonrasında pek çok hamile markası ve tasarımcı ortaya çıktı tabii. Yeni açılan Encinta by Muna markası, bazı ünlü anneleri hamileliklerine geri götürerek mağazalarında onların fotoğraflarına ve hatıralarına yer verdi. Doğrusunu isterseniz bana da sordular, ne var ki ben, hamilelik günlerimden tek başıma olduğum bir tane fotoğraf bile bulamadım. Zaten bir tek faşadura dediğimiz geleneksel gömlek kesme töreninde resim çekmiştik. Onlarda da kalabalık içindeyim. Bir daha hamile kalırsam daha şık ve ilgili olacağıma inanıyorum.
Sergide resimleri olan fıstık annelerin başında, geçen ay doğum yapan moda yazarımız Sibel Arna geliyordu. Tabii incecik bir hamile olan Sibel’in tuzu kuru! Yine de kendi durumunu şöyle özetlemiş: “Hamilelikteki giyim tarzım elbise ve etek üzerine kuruluydu. Yaz hamilesi olduğum için ve bacaklarım pek kilo almadığı için her daim bacaklar fora dolaştım. Ama göbeğimde bir basketbol topu taşıyormuş gibi hissediyordum. 13 kilo aldım ve hepsi karnıma gitti. Arkadan baktığınızda hamile gibi gözükmüyordum. Bilmeseniz Sibel’in beli biraz kalınlaşmış derdiniz. Kendimi mutlu hissediyordum. Giyim tarzım pek değişmedi. Hatta hamilelik öncesi eteklerimin çoğunu göbek altı yapıp giydim. Tarzıma ve isteğime uygun kıyafet bulmakta hiç zorluk yaşamadım. Üstelik hamilelikte şıklığıma daha çok özen gösterdim. Zaten hamile kalınca giyinmeye mola verenleri anlamıyorum.”
2004 yılında ikiz bebeklerini dünyaya getiren yazar Ayşe Aydın da benim gibi özensiz giyinenlerdenmiş: “Hamilelikte tarzım rahat, salaştı... (Başka bir şansımız varmış gibi!) Karnımın büyümesi elbette giyim tarzımı etkiledi. Bazen çok salaş şeyler giymek zorunda kalıyordum. Bir ara işe Tayland’da plajlarda giyilen önden ve arkadan bağlamalı pantolonları bile giydiğimi hatırlıyorum. Beli lastikli eteklerimi, elbiselerimi, tişörtlerimi dar olsalar da giymeye devam ettim. Elimde ve dolabımda ne varsa sonuna kadar değerlendirmeye çalıştım. İşyerinde bir arkadaşımın ‘Şekerim bugün hippi gibisin’ demesi çok moralimi bozmuştu. Beş buçuk sene önce hamile butiklerindeki kıyafetler daha çok büyük beden kıyafet gibi tasarlanıyordu. Anneanne giysisi gibiydi hepsi. Bir daha hiç giymeyeceğim, bu zevksiz kıyafetlere bir ton para vermekten sonuna kadar kaçtım. Ben de hamilelikte özensiz giyindim. Özenecek bir durum yoktu ki zaten! Şık alternatifler bulmakta zorlandım. Üç-dört parça bir şey aldım. Onları ben kullanmasam da, benden sonra hamile kalan tüm arkadaşlarım kullandı. Şimdi hamile kalsam, sezon modasında ne varsa, aynılarının hamileler için de üretilmesini isterim.”
En tecrübeli hamile olarak kabul edebileceğimiz fotoğraf sanatçısı Bennu Gerede ise ilk hamileliğinde eşi Koray’ın kıyafetlerini giymeyi tercih etmiş. Nedenini de şöyle açıklıyor: “Çünkü para sarf etmek istemiyordum. Bir de o zamanlar pek moda değildi hamile kıyafetleri. Ama birkaç şık dükkândan hamile olmayan insanların giydiği büyük bol siyah elbiseler almıştım. Annem de bana çok cool, yünlü, beli lastikli siyah bol bir pantolon almıştı. Onu doğumdan sonra da giymiştim. Açıkçası, o dönemler hep bol kıyafet tercih ettiğim için, gidip özellikle hamileler için kıyafet almamıştım. Tarzıma uygun kıyafetler de pek aramıyordum açıkçası. Şıklığıma hiç özen göstermedim. Aldıklarımı sonra başka hamilelere verdim. Tekrar hamile kalsam, bir hamile giyim mağazasında en çok bulmak istediğim şey, hem hamileyken de değilken de giyilebilecek bir giysi olurdu.”
Yazının Devamını Oku 31 Ekim 2009
17 yıldır İzmir’de sürdürdüğü başarılı sanatsal eğitim hizmetini İstanbul’a da taşıyan Ege Sanat Merkezi, “Artistic Nokta by Ege Sanat” ismiyle Kemerburgaz-Göktürk’te açıldı. 3-6 yaş arası çocuklar için de çok geniş ve seçenekli bir eğitim programı sunuyor.
Müzik (şan, piyano, keman - Türk müziği ve klasik müzik, gitar, bağlama), tiyatro (drama, diksiyon), resim, dans, el sanatları, kişisel gelişim ve okul öncesi eğitim bölümleri var. Belli aralıklarla tiyatro, film gösterileri, müzik dinletileri ve konserler düzenlenecek. Yetişkinler için Türk sanat müziği korosu da oluşturulacak.
Bir adres de İstanbul Anadolu yakasında oturanlar için. Kii3dört bale dans ve müzik kursu Ataşehir’de. Esra Akyatan’ın kurduğu bu sanat merkezinde çocuklara klasik bale, yaratıcı drama, jimnastik, klasik gitar, elektro gitar, piyano, keman ve bateri dersleri veriliyor. Büyükler için tango ve Latin dansları, pilates ve hamilelere yoga dersleri var. Bilgi için www.kii3dort.com.
Son kahramanımız: Yaban
Uzun zamandır Sinan’la ortak bir kahramanımız yoktu. O benimkilerden zevk almıyor, ben onunkilerden sıkılıyordum. Neyse ki Yaban çıktı ve biz ana oğul beraberce güler olduk. Kanal D’de yayınlanan Haneler adlı komedi skeçlerinden oluşan programdaki karakterin adı Yaban. Eski Türk filmi edasında çekiliyor. Kahramanımız toprağın bağrından gelen, saf ve güçlü, gururlu Türk erkeği. Yalana tahammülü yok. Şamar patlatmayı çok seviyor. Bazı bölümleri gerçekten çok başarılı.
Sinan ve arkadaşlarıyla artık birbirimize, “Yalan üleeennn!” diye bağırıp duruyoruz. Hatta Sinan meşhur tokat sahnesini canlandırmaya bayılıyor. Ben ona vuruyor gibi yapıyorum, o da yatağa atıyor kendini... Onu taklit edip epey eğleniyoruz. En komiği de Sinan’ın durup dururken bana gelip Yaban taklidi yaparak bir şey söylemesi. İnanın çocukların içindeki espri gücü ve anlayışını keşfetmek çok keyifli.
Yazının Devamını Oku 24 Ekim 2009
İki hafta önceki yazımda çocukların kitap okumasından, daha doğrusu okumamasından bahsetmiştim. Neden okumak istesinler ki, noktasına bile gelmiştik. Geçtiğimiz günlerde, eğitimci, okuma araştırmacısı Ferhat Özen’den bir mektup geldi. Detaylarını okuyantoplum.com adlı sitede bulabileceğimiz bir yazısını göndermişti. Bu internet sitesi aslında bir proje. Ferhat Bey’in açıklamasına göre, bir okutma ya da okuyucu yetiştirme projesi. Ben kendisinin gönderdiği yazıyı size de iletiyorum. İsterseniz bir göz atıp sadece çocukların değil, bizim de neden okumamız gerektiği konusunda katkıda bulunabilirsiniz.
1- Yaşı büyürken aklının da büyümesi, boyu uzarken aklının da uzaması için
2- Ruhça yücelmeleri, kafaca gelişmeleri için
3- Zekâlarının daha işlek, kavrayışlarının daha çabuk olması için
4- Zekâ yaşının takvim yaşıyla birlikte büyümesi için
5- Yüzlerce gözü olması, olayları bütün yönleriyle görebilmesi için
6- Yaşamlarına, yemek içmek dışında daha yüce bir anlam kazandırmak için
7- Varlığımızın darlığından kurtulmak, yaşayamadığımız yaşamları yaşamak, genişlemek, enginleşmek, ömrümüzü uzatmak için (Suut Kemal Yetkin)
8- Yaşamı genişleten öğelerin başında geldiği, kişiyi bilge yaptığı, ona onur ver erdem kazandırdığı için (Adnan Binyazar)
9- Soyutlama yapabilmek, bir olayı olmadan önce beyinlerinde olmuş gibi canlandırabilmek ve önlem alabilmek için
10- Empati kurabilmek, kendimizden çıkıp ötekini anlayabilmek, başkalarının yaşamlarına da saygı duyabilmek için
11- Beynimizin, dilimizin sınırları olması, dünyanın bir kitap olması ve okumayana bir şey verememesi nedeniyle
12- Kendi yolumuzu bulmada, kendi eleştiri yeteneğimizi geliştirmede, kitle iletişim araçlarının genel çıktıları arasından akıllıca seçim yapabilmek için (Richard Bamberger)
13- Tüm insan büyüklerinin savunduğu ortak gerçeği -insanın çalıştığı ölçüde yükselen, yediklerini hak eden, kimsenin hakkını yemeyenin insan olduğu gerçeğini öğrenmek için ( İsmail Hakkı Tonguç)
14- Bilmenin yüksek sevinçlerini yaşamak (Albert Bayet), kendi iplerimizi kendi elimize almak için
15- Yaşamı kolaylaştırmak ve güzelleştirmek amacında, okul eğitimi zavallı denecek kadar gülünç kaldığı için (Shakespeare)
16- Ademin hayvanlığı yemekle, insanlığı okumakla kaim (olası) olduğu için (Namık Kemal)
17- İki ayağı üstünde yürüyen cesetler (Halim Bahadır), leşler olmamak için (Necip Fazıl Kısakürek)
18- Gözleri kapalı bostan beygiri gibi, bir ömür boyu karanlık kuyunun gıcırdayan dolabını çevirip durmamak için (İlhan Selçuk)
19- İnsanlık tarihine ve yaşayışına biçim veren, sosyal olayların nedenlerini anlatan bilim yasalarını küçük yaştan başlayarak öğrenmek için ( İ. Selçuk)
20- Kendisine yatırım yapabilen, kendini geliştirebilen, sorumluluk bilinci de demokrasi bilinci de gelişmiş bireyler olmak (Halim Bahadır) için
21- Televizyon ve internet çağında ekranların ayartıcı etkilerinden korunabilmek için
22-Televizyon ve internet ağalarının görsel şiddet ve cinsel istismar içeren bazı programlarını veto edebilmek için (İM Medya Bildirisi)
23- Geleceğin toplumunun, öğrenen toplum olarak tanımlanması nedeniyle ve kendilerini güncellemek için
24- Okulla sınırlı öğrenmeden yaşam boyu öğrenmeye geçmek için
25- Dünyada hiçbir dost insana kitaptan daha yakın olamayacağı için
26- Yalnızlıkta dost ve arkadaş yokluğunun yerini ancak kitaplar tutabildiği için
27- Çok sevdiğimiz bir arkadaşımızla konuşmaktan aldığımız zevki alabilmek için
Yazının Devamını Oku 17 Ekim 2009
Aşı konusunda zaman zaman tartışmalar olur. Kimi aileler aşı yaptırmayı bile unuturken, kimileri aşıların, ilaç firmalarının satış taktiği olduğunu düşünür. Özellikle yeni çıkan aşılar konusunda bu evham pek çok annede var doğrusunu isterseniz. Bugün 26 hastalık aşıyla önlenir durumda. Bu sayede bazı hastalıklar hemen hemen yok oldu. Aşılar her yıl 3 milyon ölümü önlerken 400 milyon yaşam yılını da kurtarıyor. 750 bin çocuğun hastalıklar nedeniyle sakat kalması engelleniyor. Mesela çiçek hastalığı 1977’den beri yeryüzünden silindi. 1980’den beri artık çiçek aşısı yapılmıyor. Bir zamanların korkulu rüyası olan ve 1988’de 350 bin çocuğun sakat kalmasına neden olan çocuk felcine de ülkemizde artık rastlamıyoruz. Kızamık yok olmasa da çok azalmış durumda. 2008’de çocuklarımızın yüzde 96’sı aşılanmıştı. İl bazında bakarsak da en az aşılanan ilde bile çocukların yüzde 85’i aşı oldu.
Türkiye’de aşılama bilincinin ne düzeyde olduğunu öğrenmek üzere, Nielsen Araştırma Şirketi tarafından 2 ay süreyle, toplam 12 ilde, 20-64 yaş aralığında 1033 kişi ile bir araştırma yapılmış. Size bu araştırmanın sonucunu iletiyorum.
1. Katılımcılara aşılamanın amaçları sorulduğunda yüzde 79’u “hastalıklarda korunmak için” demiş.
2. Yüzde 13’ünün kendi istekleri ile aşı yaptırmak için doktora başvurdukları görülüyor.
3. Sigortanın karşılamadığı aşıları yaptırmaya olumlu yaklaşım yüzde 72.
4. 10 yaşından sonra yaptırılması gereken aşılar sorulduğunda katılımcıların yarısından fazlasının bir fikri olmaması dikkat çekiyor.
5. En son ortalama 5,5 yıl önce aşı yaptırmışlar. Yüzde 50’ye yakını en son 10 yıl önce aşı yaptırdığı veya en son ne zaman aşı yaptırdığını hatırlamadığını söylemiş.
6. Sigorta kapsamı dışında kendisine aşı yaptıranların oranı yüzde 21. Sigorta kapsamında olmayıp da en fazla yaptırılan aşı, grip aşısı.
7. Hastalıkların bilinen bulaşma yolları nedir sorusuna, yüzde 48 ‘solunum yoluyla’ yanıtı verilmiş.
8. Aşılar hastalıklardan korur, diye düşünen kesim yüksek bir oran gösteriyor; yüzde 98.
9. Yüzde 82 aşıların aynı zamanda tedavi edici olduğunu sanıyor.
10. Yüzde 11’lik bir kesim aşıların yalnızca çocuklar için olduğunu, yüzde 60’lık bir kesim de aşıların sadece enjeksiyon yoluyla yapıldığını düşünüyor.
12. Aşılar hastalığa yakalanmadan yapılmalıdır diyenlerin oranı umut verici; yüzde 97.
Yazının Devamını Oku 10 Ekim 2009
Geçtiğimiz hafta, ABD ve bazı Avrupa ülkelerinde yeni bir çocuk kanalı yayına girdi: XD. Bu harflerin özel bir anlamı yok. Sadece tasarım! Kanal erkek çocuklar için. Hedef kitlesi 6-14 yaş arası. Kanal açılmadan önce ciddi araştırmalar yapılmış, ABD’deki çocuklarla tabii. Ve bir takım sonuçlar elde edilmiş. Bu sonuçları Sinan ve birkaç arkadaşına okudum ve katılıp katılmadıklarını sordum. Onların fikirlerini iletiyorum:
1. Onlara “çocuk” demeyin, küçük olarak görülmekten hoşlanmazlar. (Kesinlikle doğru. Bunu söylemek hayatta akıllarına gelmezdi ama duyunca pek beğendiler.)
2. Çok “kızlara has” olan şeylerden uzak dururlar. (Doğru. Daha 9 yaşında olduklarından uyanamadılar duruma. 2 sene sonra görürüm onları!)
3. Video oyunları onların hayatıdır. (Pek katılmadı. Evet, önemlidir ama hayatı diyecek kadar değilmiş)
4. Spor onları sosyal anlamda birbirine bağlayan bir anahtardır. (Evet, çok önemli. Diğer sınıftaki çocuklarla, aynı dili konuşamadıkları kuzenleriyle spor sayesinde kaynaşmış.)
5. Erkek çocukları spor ve video oyunlarından her şeyden daha çok zevk alırlar. (Evet, bir de psp var, unutmayalım.)
6. Espri para kadar değerlidir. (Zaten esprileri yapan da erkekler oluyor!)
7. Erkek çocukları sportmenlik ve çok çalışma gibi iyi özelliklere sahip ünlülere ve sporculara hayranlık duyar ve uyanık geçinen, hava basan ve ukala tiplerden hiç hoşlanmazlar. (Çok doğru dediler. Bu tiplere örnek vermelerini istediğimde ise tıkandılar! Veremediler.)
8. Markalar onlar için önemlidir, özellikle de giyim, ayakkabı, şapka ve elektronik eşya markaları. (Pek değil. Kızlar daha ilgiliymiş. Bir tek bazı spor markaları şu anda biraz önemliymiş.)
9. Kaykay markaları ve logoları SÜPER şeylerdir. (Anlamadı bile. Bizde nerde kaykay!)
10. Bir üst seviyeye geçmek, büyük ve küçük şeyleri başarmak önemlidir. (Çok doğru!)
Yazının Devamını Oku