Paylaş
Asıl orada anlarsın ülkeyi, orada hisseder, hatta dokunursun.
Sokaklarında, meydanlarında -hakkıyla- dolaşmak bile insanı kendi cürmünce seyyah yapar.
Zira her kuytusunda geçmişine dair bir iz yakalar, yüzlerce yıllık binalarını kitap gibi çevir çevir okursun.
Bir şehrin asıl tarihini sadece müzeleri değil, o şehrin insanlarının bir zamanlar oturduğu, dolaştığı, çalıştığı, eğitim gördüğü, eğlendiği, ibadet ettiği, hatta gömüldüğü yerler ortaya koyar.
Çünkü tarihi hâlâ ve göz önünde yaşatan, o hayatları yaşayan dokusuyla -birbirine eklenerek- hatırlatan hafıza mekanlarıdır hepsi.
O tarihi, o yaşanmışlığı koruyan şehirler, külliyen uygarlığın canlı abideleridir.
* * *
Amsterdam’da kaldığımız küçük otel 365 yıllıktı örneğin. Komşusu 400 yaşında....
Ve -bugün- biz içinde yaşadık!
Kaldırımlar, parke taşlı sokaklar keza... Hepsi binalarla yaşıt.
Hepsi tarih, ama hepsi bizimle birlikte yaşıyor.
“Çimenlere basmayınız” tabelalarının daha yeni yeni eksildiği ülkeden gelip, tarihe basıyor, tarihi yürüyor, tarihte kalıyorsun.
* * *
Ülkeler ve insanları yaşadığı şehrin tarihi, doğal dokusunu koruyor, keyfe feza kurcalatmıyor çünkü.
Nazi zulmünün sembollerinden Anne Frank’ın Amsterdam’daki evinin bahçesinde tümüyle kuruyan, metal desteklerle ayakta duran 180 yıllık kestane ağacını, kendiliğinden devrilene kadar kestirmiyorlar. Devrilince de çare arıyorlar.
Kestirmiyorlar, çünkü Anne ile platonik aşkı Peter’in Gestapo’dan 25 ay boyunca saklandıkları tavanarasında gördükleri tek manzara o kestane ağacı.
Kestirmiyorlar, çünkü Anne Frank’ın günlüğündeki tek vasiyetine saygı duyuyorlar:
“Kestane ağacımız çiçek açtı. Geçen yıla göre çok daha güzel. Öldükten sonra da yaşamak istiyorum....”
O ağacın tohumlarından yeşeren 11 ayrı filizi, müzelere, okullara, parklara dağıtıyorlar.
Ve öldükten sonra da yaşıyor Anne Frank.
* * *
Eskiden “Adamlar yapmış abi” diyerek gezilirdi öyle şehirler. Şimdi takdirimin basmakalıp özeti, “Adamlar yıkmamış abi” oluyor.
Çünkü bizde yıkmak vaka-i adliyeden, hatta neredeyse vaka-i hayriyeden bir iş.
İşte, Ulus’taki 80 yıllık İller Bankası da yıkıldı.
Az arkasına tıpkısının aynısı yapılacakmış.
Yani, aslını, hakikisini yıktık, imitasyonuyla idare edin...
Tarihin, tarihi binanın tıpkısının aynısı... Aklımdan Las Vegas’taki çakma Eyfel Kulesi, Mısır Piramitleri de geçiyor, çoluk çocuğun oyuncak tüfeklerle yerde debelendiği bazı temsili kurtuluş törenleri de...
İller Bankası binası dinozor mudur da, polyesterini yapıp oraya koyasınız.
Zaten yapılmaz da... Yıkıldıktan sonra çakması yapılsa, ne fayda, ne alaka.
Benim için bir şartla anlamı olurdu, o bina yeniden yapılsa...
Üzerine bir plaket yerleştirip, “Bu binanın aslını yıktık, yerine aha bunu yaptık” deseydik.
Aklım, mukayyet ol bana.
* * *
Bu şehrin yakın tarihinde yıkılan binalara, yok edilen meydanlara, sürgündeki heykellere, kapatılıp başka bir şeye dönüştürülen tarihi tiyatrolara, doğduğundaki adı değiştirilip de Emek’ten Kazakistan’a, Bişkek’e, Çevre Sokak’tan Üsküp’e filan yollanan caddelere, sokaklara bakıyorum...
Gecenin “unutuş ırmağı”na (¹) çağıran sessizliğini, sokaktaki Anne Frank ağaçlarından düşen at kestaneleri bozuyor. Ve fısıldıyor Edip Cansever:
“Hüzünler acılaşıyor Hilmi Bey /Geceler katı ve parlak
- Ansızın yere düşen /Laciverdi bir kestane sesi-
Acılar da acılaşıyor gittikçe.”
Düşünüyorum da... Sonraki hayatlara bırakacağım bir vasiyet geçmiyor/gelmiyor içimden.
(¹) Sonraki yazımda istikamet unutuş ırmağı, unutuş çeşmesi...
Paylaş