Paylaş
ABD’de uzun süredir arkadaşım olan bir hanım var. Adını değiştirip ‘Lola’ diyelim. Zekâyı belirleyen X kromozomu, ciddi bir bilim adamı olan babadan onlara geçmiş, zehir gibi. Erkek kardeşi ondan iki yaş küçük. “Eh işte” cinsinden. Ama ailenin prensi.
Hep erkek çocuk olsun istemiş aile. Doğumundan beri al gülüm, ver gülüm... Durup dururken ablasının saçını çekse bile haklı olan hep o. Ablayı sıradan devlet lisesine yollayan aile, erkek çocuğu özel yani paralı ve daha kaliteli liseya yolluyor. Ama üniversitede ablasının başarısının çok gerisinde kalıyor şımarık prens. Aile, erkeği lisans üstüne, doktoraya yönlendirirken; kızı pek yönlendirmiyor. Ailenin para ve finans işleri, adına ‘John’ diyelim, sadece erkeğe anlatılıyor...
Hekes komşusuna bakıp birbirinden ilham alıyor
Okul birincisi oluyor ve burs kazanarak doktora yapıyor. Ailesinden beş kuruş almıyor. Sınıfta sonuncu olmasına rağmen, ailenin “Bizim çocuk dahi” diye böbürlenebilmesi için ‘John’ da matematik doktorasına başlıyor. Ama sınavda iki kez arka arkaya çakıyor.
Peki aile ne yapıyor? ‘John’ kendisini kötü hissetmesin diye pat diye ablaya verdikleri para yardımını kesiyorlar. Bari o da doktorayı tamamlamasın... Kardeşler arasında parite: Ama aşağı düzeyde! ‘Lola’nın potansiyeline kavuşmasını engelleyerek dengeleme.
İngilizce’de buna ‘race to the bottom’ deniyor. Ben, ‘dibe vurma yarışı’ diye çevirdim.
Bu kavramı aile düzeyinden tüm ülke ya da sektör bazına uygulayabiliriz. Biz gastronomiye uygulayalım. Dibe vurmanın tam zıddı ‘race to the top’ yani ‘zirveye çıkma yarışı’. Bu yazıyı Kaliforniya’da bir hafta geçirdikten sonra kaleme alıyorum. Orada şahit olduğum tam anlamıyla bu.
San Francisco’da çok da güzel bir Türk lokantası var. Tavsiye ederim. Adı Kitchen İstanbul. Sahipleri Emrah ve Ayça çifti çok canayakın ve idealist. Onlarla bu konuyu konuştuk. Olay şu: Üzüm üzüme baka baka kararır demişler ya... Herkes komşusuna bakıp daha iyisini yapmaya çalışıyor. Gastronominin her alanında. Emrah çok sevdiği Yunan lokantası Kokkari’yi bana tavsiye ediyor çünkü onu rakip değil, ilham kaynağı olarak görüyor. Hemen hemen bütün iyi lokantalar arası ilişki böyle. Birbirleriyle devamlı paslaşıyorlar.
* * *
Şimdi bir de İstanbul’a bakalım: Gene üzüm üzüme baka baka kararıyor. Geçerli anlayış “Adım Hıdır, elimden gelen budur!”. Her kötü iş “Müşteri böyle istiyor abi” ile rasyonalize ediliyor. Lokantalar arasında bir yarış var ama bu, maliyetleri daha da aşağı çekme yarışı. Lokantaların tedarik zincirleri ya süpermarketler ya da onların da altında, sıhhî olmayan şartlarda üretim yapan endüstriyel üniteler.
En kötü yağlar, en ucuz glukoz tenekeleri, süt tozundan rezil peynirler, hazır ve tatsız-tuzsuz mezeler, kötü etler, hormonal şişirilen yetiştirme balık ve tavuklar!
Arada işini iyi yapan lokanta ve lokantacılar elbette var ama onlar da kendilerini ‘enayi’ hissediyor çünkü müşterilerin yüzde 95’i aradaki farkı görmüyor. İyiyi yapanı aşağı çekmek için muazzam bir güç var ama kötü norm olduğu ve ona alışılageldiği için kötü olan, üzerinde bir baskı hissetmiyor. Biraz trendy bir dekorasyon, biraz da para harcayıp sosyal medyayı kullanma. Bitti olay!
Bu gidişatın sonu ne olur? İyi yemek ve Türk mutfağı giderek sadece evlerde kalacak gibi geliyor bana.
İyiyi yapanı aşağı çekmek için muazzam bir güç var ama kötü norm olduğu için kötü olan, üzerinde bir baskı hissetmiyor
Paylaş