Paylaş
Evet, geldik yolun sonuna... Geride kalan yaklaşık 11 yıl ve 21 filmin ardından ‘Avengers’ serüveni ‘Endgame’le noktayı koyuyor... Marvel evreninin üyelerinin bu son gövde gösterisi, malum ‘Infinity War’da açılan parantezin de kapanması anlamına geliyor. Neydi çıkan kısmın özeti, kısaca hatırlatalım: Birçok faşistin gönlünde yatan “Şu insanların bir kısmı ölse de rahatlasak” tezini tüm evren boyutunda hayata geçirmek için çabalayan Thanos, hedefine varmış ve yüzde 50’yi yok etmiştir.
Peki ‘Endgame’de neler var? Bu cepheye ilişkin kısa bir özet geçelim: Bu genel yok oluştan ‘Avengers’ ailesi de nasibini almış, geriye Iron Man, Captain America, Thor, Black Widow, Hawkeye ve Hulk kalmıştır. War Machine, Rocket, Nebula ve en önemlisi Captain Marvel gibi genel resmin parçaları konumundaki karakterlerle birlikte bu çok az sayıdaki topluluk, eski takım arkadaşlarının yokluğunun bıraktığı acı ve hüznün içinde ayakta durmaya çabalarken ‘Ant Man’in beklenmedik dönüşü (ya da ortaya çıkışı) onlara, yeni ilham kapılarını aralar. Acaba zamanda yolculuk yapılabilir mi ve bu yolla, tarihin akışını yeniden kurgulamak ve de bir zamanlar Dr. Strange’in ‘14 milyonda 1’ olarak not düştüğü ihtimali ete kemiğe büründürmek mümkün müdür?
‘Kış Askeri’nin
üstüne yok!
‘Infinity War’da olduğu gibi Christopher Markus-Stephen McFreely ikilisinin kaleme aldığı senaryodan çekilen ‘Avengers: Endgame’ upuzun bir destan olmaya çabalamış. Önceki adımda Thanos karakteri üzerinden felsefeye soyunuluyor; öykü yer yer sevgisizlik, varoluş gibi meselelerde geziniyordu. Lakin metnin pek de derine inmediği, inemediği aşikârdı. Benzer tavır ‘Endgame’de de var. Dostluk, yitip gidenlerin bıraktığı boşluk, kapanmayan yaralar vs. Ama bütün bunlar 181 dakikalık bir filmi fikirsel açıdan pek de ayakta tutmuyor. Sonradan karşımıza çıkan ‘kahramanlık fedakârlık gerektirir’ teması da benzer şekilde yüzeysel bir yamanın ötesine gidemiyor.
Belki de mesele kuşak farklılığıdır. Biz ‘Superman’lerle büyüdük (ki Kriptonlu dostumuz da malum 1929’daki Büyük Bunalım’ın eseriydi), Marvel kahramanlarıyla sonradan sinema sayesinde tanıştık. ‘Bir solo, bir koro’ formülü eşliğinde karşımıza çıkarlarken maksadın gişe olduğu hissiyatını aşamadılar... Genel toplam içinde ise ben en çok Russo Kardeşler’in (Anthony ve Joe) imzasını taşıyan ‘Captain America: Kış Askeri’ni beğendim. Dolayısıyla ‘Infinity War’ ve ‘Endgame’de de kamera arkasına Russo Kardeşler geçtiği için benzer bir yüksek çıtanın izlerini aradım. Ama birbirini tamamlayan bu iki filmde de hikâye anlamında çok da çarpıcı bir şey görmediğimi belirtmem lazım. Sadece öykünün derinliği değil bu filmlerin meselesi; mesela bu tür yapımların önemli unsurlarından biri olan mizahın da kendisini etkili bir biçimde perdeye yansıtmadığını görüyoruz. ‘Endgame’de yer yer espriler var ama bir tarife soyunursak örneğin ‘Galaksinin Koruyucuları’ serisindeki kadar çarpıcı türden değil.
Taşlar yerine otururken...
İşin aksiyon kısmına gelince: Hafiften ‘Miğfer Dibi Savaşı’nı hatırlatan bir bölüm var diyerek bu kısma ait notumu düşeyim. İlk filme ilişkin eleştiri yazımda şöyle bir temennide bulunmuşum: “Öykü ‘Zaman ve Zihin Taşları’ üzerine kurulu: 2019’da izleyeceğimiz devam filminde umarım bu taşlar yerine oturur!” ‘Endgame’de bu temenni karşılığını buluyor.
Öyküye yeniden dönersek: Bu denli uzak ufuklara gözünü dikmiş gibi görünen koca ‘Süperler’ topluluğunun çözümü bula bula, H. G. Wells’in 124 yıllık eseri ‘Zaman Makinesi’nde bulmasını çok da parlak bir fikir olarak kabul edemeyeceğim! Ama zaten konunun ne önemi var, mühim olan görsellik, atmosfer, karakterler vs. diyorsanız ben ‘Avengers’ serisinin bu son iki halkasında çok da derin çizilmemiş Thanos dışında kayda değer yeni ve soluklu bir karakter de göremedim. Ama eminim ki ‘Avengers’ fanları ‘Endgame’i çok beğeneceklerdir; sevenlerin arasına girmeyelim, zaten giremeyiz de, iyi seyirler efendim...
Avengers: Endgame ( 5 üzerinden 3 yıldız)
Yönetmen: Anthony Russo-Joe Russo
Oyuncular: Robert DowneyJr., Chris Evans, Scarlett Johansson, Paul Rudd, Brie Larson, Josh Brolin, Karen Gillan, Chris Hesworth, Jeremy Renner, Evangeline Lilly, Tessa Thompson, Mark Ruffalo, Gwyneth Paltrow, Don Cheadle, Tilda Swinton, Robert Redford, Zoe Saldana,
Tom Holland, Nathalie Portman, Chadwick Boseman / ABD yapımı
Hafıza-i beşer hatırlamakla maluldür...
Ölmüş bir atın yarattığı hengâme; ebeveynler, tanıdıklar, jandarma, ziraat mühendisi, kepçe operatörü ve bütün bu topluluğun eşliğinde bir tür ayine dönüşen bir havada, geride kalan leşi yakma faslı... Küçük bir çocuğun zihninde hayata dair açılan belki de ilk büyük parantez... Sonrasında ergenlik, hatta yetişkinliğe dair ilk adımlar... Kurban keserken yanlışlıkla bacağını kesmek... Yeni bir travma daha... Hastane ortamı, yüzerken boğulan gençler, gece balık tutmak için kurulan tuzaklar, suya kaçan bir topun peşindeki çocuklar, o miniklerde kendi suretini görmek, ağaç kesip kereste elde etmek ve nihayetinde bir inşaat iskelesindeki hayat dengesi...
Tarık Aktaş, ilk uzun metrajlı çalışması ‘Nebula’da odağa anıları ve belleği yerleştirip filmini doğa, insan, hayvan ve bitkiler arasındaki ilişkiler üzerine inşa ediyor. Ya da şöyle ifade edelim: Yedi yaşındaki minik Hay’ın açık arazide bulduğu atla başlayan hikâyesi, 20’li yaşlarına kadar uzanıyor...
‘Nebula’, aslında klasik bir hikâye anlatmıyor; parça parça doğa-insan ilişkilerinde geziniyor ve bu geziyi bağlayan ortak unsur ise Hay ve arkadaş çevresi... Ölmüş atın yok ediliş bölümü Nuri Bilge Ceylan sineması tadında. Özelikle Batılı sinema yazarları bu duruma vurgu yapmış. Yönetmen Aktaş ise bu refleksin Batılıların daha çok Nuri Bilge’yi bilip tanımasından kaynaklandığı görüşünde. Lakin ‘buralı’ bir eleştirmen olarak bendeki izlenim de bu yönde...
Öte yandan filme ilişkin yazılıp çizilenlere baktım, ‘Nebula’yı yenilikçi bulanların sayısı fazla. Bense ‘yenilikçi’den ziyade ‘farklı’ tanımlamasını kullanmayı yeğlerdim.
Festivallerden ödülle döndü...
Sonuç? Elbette sinema, artık ifadesini birçok anlatım biçiminde bulan bir sanat. Hele hele 2019’un dünyasında bundan doğal bir şey olamaz... Lakin ‘Nebula’nın bize geçirmek istediklerinin sinema yoluyla istenilen ölçüde başarıldığı kanısında değilim. Ama şu notu da düşeyim: Bursa-Orhangazi hattında geçen bu öykü, yönetmeni Tarık Aktaş’a Locarno’da ‘En İyi Yeni Yönetmen’, İstanbul Film Festivali’nde de Seyfi Teoman anısına verilen Seyfi Teoman En İyi İlk Film Ödülü’nü kazandırdı. Bu ödüller, film hakkında yeterince merak ve ilgi uyandırıyor. Dolayısıyla buyurun salona diyoruz...
Ne de olsa ‘ana yüreği’...
Noel, büyük bir masanın etrafında her daim ihtiyaç duyulan birlik beraberlik ruhunun yeniden inşası olduğu kadar ailenin eksik parçalarının tamamlanması ve birikmiş hasretin giderilmesi için de büyük bir fırsat sunar... Ne var ki Ben’in Noel arifesinde ortaya çıkışı, ortamı mutlu etmek yerine gerer. Çünkü bu uyuşturucu bağımlısı genç adam, yaklaşık dört aydır rehabilitasyon merkezindedir ve aile (annesi, kız kardeşi ve üvey babası) ona artık güvenmiyordur. Ama bu noktada devreye ana yüreği girer; değiştiğini, artık başka biri olduğunu göstermesi için oğluna 24 saatlik bir süre tanır...
‘Güzel Oğlum’la aynı sınıftan
Paul Hedges’in yazıp yönettiği ‘Eve Dönüş’ (‘Ben Is Back’) geçen ay izlediğimiz ‘Güzel Oğlum’un (‘Beautiful Boy’) bir başka versiyonu. Hatırlanacağı gibi baba ve oğul cephesinden kaleme alınmış iki kitabın harmanından çekilen bu film, uyuşturucu bağımlısı oğlunu düştüğü yerden kaldırmak için çabalayan ama bunu bir türlü başaramayan bir ebeveynin geniş bir zaman dilimi içinde yaşadıklarını anlatıyordu. ‘Eve Dönüş’ ise süreyi alabildiğine kısa tutmuş ve öyküyü neredeyse 24 saate indirgemiş. İki film arasında bir başka farklılık da ‘Eve Dönüş’ün bağımlısı Ben’in en azından kurtulma yolunda hamle yapması ya da gayretli olduğuna dair bir izlenim sergilemesi; ‘Güzel Oğlum’un problemlisi Nic Sheff ise adeta kendisine uzatılan bütün yardım ellerini reddeder görüntüdeydi.
Yönetmen Paul Hedges’in filminde Ben’i -özellikle ‘Manchester by the Sea’den hatırladığımız- oğlu Lucas
Hedges canlandırıyor. Genç aktör, kendisini affettirmenin yanı sıra kaybettiği güven duygusunu yeniden kazanmak, eski hesapları kapamak ve arınmak için de çabalayan ama yer yer tökezleyen uyuşturucu bağımlısı gençte gayet başarılı (babası ona özel sahneler yazmış mıdır, bilemiyorum ama iyi bir kumaşı olduğunu zaten daha önce de göstermişti). Keza bir yandan oğlunun derdiyle meşgul olup onu yeniden hayata bağlamak için uğraşırken kocasını ve kızını da dengede tutmaya çabalayan ve bir anlamda büyük bir denklemi çözmek için önünde sadece bir gecesi olan anne Holly Burns’te de Julia Roberts, etkileyici bir performans ortaya koyuyor. Kimi Batılı eleştirmenler, ‘Eve Dönüş’e ilişkin yazılarında bu ‘özel -bir- kadın’ı (!) ‘Erin Brockovich’ten sonraki en iyi rolünde izlediklerini belirtmişler.
‘Diane’ı da andırıyor...
Sonuç olarak kaçırılan bir köpekle (ismi ‘Ponce’) birlikte oğlunun kendisinden sakladığı dertler ve ilişkiler ağıyla yüzleşmek zorunda kalan bir annenin dramını perdeye taşıyan ‘Eve Dönüş’, derinlik ve hissiyat bakımından ‘Güzel Oğlum’vari bir etki yapmıyor (en azından bana yapmadı). Öte yandan Hedges’in yapıtı, ‘bağımlı oğul ve annesi’ teması bakımından İstanbul Film Festivali’nde izlediğimiz ‘Diane’a da benziyor ama Kent Jones’un filmiyle de aynı sıklette değil. Lakin yer yer klişelere göz kırpsa da kimi detay noktalarında ve ara sokaklarda özgün tadını ve havasını buluyor. Bu açıdan izlenmeye değer diye düşünüyorum...
Diğer seçenekler...
Pierre Salvadori imzalı ‘Seninle Başım Dertte’nin (‘En Liberte!’) başrollerinde Adele Haenel, Audrey Tautou, Pio Marmai ve Damien Bonnard gibi isimler var.
"Seninle Başım Dertte"
‘Corgi: Kraliyet Afacanları’ (‘The Queen’s Corgi’) haftanın animasyon seçeneği. Belçika yapımı filmi Vincent Kesteloot ve Ben Stassen ikilisi yönetmiş. Kemal Yılmaz ve Elife Özker’in birlikte yönettikleri ‘Hasbihal’de ise Ayhan Rüzgâr, Betül Çiçekli, Mehtap Bayri ve Koray Ergun gibi oyuncular rol alıyor. Yerli komedi ‘SIFIR: Etkisiz Eleman’ Onur Aldoğan imzasını taşıyor, filmin kadrosunda Orçun Kaptan, Birgül Ulusoy, Ali Tanyeli ve Volkan Kantoğlu gibi isimler var.
Paylaş