Paylaş
İyi de Pablo Escobar hakkında hâlâ anlatılacak bir şey var mı?” diyebilirsiniz ve haklısınız da. Amma velakin dizi seyretme kültürüne sahip olmayanlar ya da dizileri “Ama bunlar da çok uzun, seyredecek vaktim yok” diyenler için bir tür ‘sıkıştırılmış’ öykü niyetine izlenecek bir film ‘Pablo Escobar’ı Sevmek’ (‘Loving Pablo’). Evet, haftanın yenilerinden olan bir yapımdan bahsediyoruz. ‘Güneşli Pazartesiler’le (2002) gönüllerde taht kuran, son olarak huzurlarımıza geldiği ‘Mükemmel Bir Gün’le (2015) de irtifa kaybetmediğini gösteren İspanyol yönetmen Fernando Léon de Aranoa’nın imzasını taşıyan yapım, gazeteci Virginia Vallejo’nun 2007 tarihli anı kitabı ‘Loving Pablo, Hating Escobar’dan uyarlanmış.
Penélope Cruz
Film özetle ünlü bir televizyon figürü olan gazeteci Virginia Vallejo’nun uyuşturucu karteli sahibi Pablo Emilio Escobar Gaviria’yla bir söyleşi vesilesiyle tanışmasını, çok geçmeden sevgilisi olmasını ve ikili arasındaki ilişkinin iniş ve çıkışlarını anlatıyor. Tabii ki bu esnada biz temel olarak Escobar’ın öyküsünü izliyoruz; aile yaşantısını, diğer kartellere karşı verdiği mücadeleyi, çete arkadaşlarını, siyasete atılma sürecini, işlediği onca cinayetten bazılarını, hapis günlerini ve nihayetinde yok oluşunu...
Tanju Okan’a benzemiş
‘Pablo Escobar’ı Sevmek’, elbette derinleşemeyen bir film. Hele hele meseleye ‘Narcos’ ya da ‘El Patrón del Mal’ gibi dizilerden fazlasıyla vâkıfsanız size seslenmesi zor. Ama filmin hedefi belli ve bu hedef doğrultusunda bence elinden geleni yapıyor. Suç dünyasının kendine özgü çarklarının tasvirini çiziyor, Escobar’ın haletiruhiyesini yeterince yansıtıyor; filme Scorsese’nin ‘GoodFellas’ına benzer bir anlatım katan gazeteci Virginia Vallejo’nun sınıf atlama düşlerini ve ikiyüzlülüğünü de gayet iyi yansıtıyor. Ama genel olarak elbette vasatı aşamıyor. Konuya Fernando Léon de Aranoa açısından bakarsanız da, İspanyol yönetmenin en sıradan işi olduğunu söyleyebiliriz.
Oyunculuklara gelince... İspanyol sinemasının evli çifti Javier Bardem ve Penélope Cruz’un performanslarına diyecek bir şey yok, özellikle Cruz, Vallejo’nun arsız, ihtiraslı ve bencil kişiliğini yansıtmada gayet iyi. Bardem ise fizik olarak sanki Escobar’dan çok bizim ‘rahmetli’ Tanju Okan’a benzemiş... Zaten meselenin oyunculuklarda ve çizdikleri portrelerde olmadığı çok açık...
‘İki Escobar’...
2010’da İstanbul Film Festivali’nde gösterilen ‘İki Escobar’ (‘The Two Escobars’) adlı belgesel, Pablo Escobar’ın yanı sıra ‘Dünya Kupası 94’te kendi kalesine gol attığı için mafya tarafından öldürülen Kolombiyalı futbolcu Andres Escobar’ın öykülerini anlatıyordu. Aslında Jeff ve Michael Zimbalist kardeşlerin imzasını taşıyan bu çalışma, konuya ilişkin yeterince veriyle donatılmıştı. Belgeseli şunun için hatırlattım; öncelikle eğer izlemediyseniz mutlaka izleyin; bir de ‘İki Escobar’da Pablo’nun hapishaneye milli futbolcuları getirtip kendisinin de oynadığı bir maçın altı çiziliyordu; ‘Pablo Escobar’ı Sevmek’te bu maç var ve oyunculara yakın plan yapılmıyor ama kaledeki kişinin saçları itibariyle Higuita olduğu anlaşılıyor... Ayrıca Fernando Léon de Aranoa’nın filmi, dönem ve kimi yaşanmışlıklar itibariyle başrolünde Tom Cruise’u izlediğimiz ‘Barry Seal: Kaçakçı’ya (‘American Made’) da bağlanıyor...
Sonuç olarak ‘Pablo Escobar’ı Sevmek’, Kolombiyalı ünlü kaçakçı hakkında temel bilgilere giriş (ve çıkış) niteliğinde bir film, meseleye olan ilginiz ve bilginiz doğrultusunda salonun yolunu tutmak ya da tutmamak size kalmış... Son bir not: Kadrodaki isimlere bakıldığında film keşke ‘aksanlı İngilizce’ yerine İspanyolca çekilseymiş diyorsunuz.
Ünlü uyuşturucu kaçakçısını, 2014 tarihli ‘Escobar: Kayıp Cennet’ adlı filmde de Benicio Del Toro canlandırmıştı.
Beni mektubunla çağır...
1994 yazı... Senaryo yazan, fotoğrafla uğraşan genç Amin, bir süre takıldığı ama kendisine uygun bir gelecek görmediği Paris’ten, Akdeniz kıyısındaki küçük ama şirin kasabasına geri döner... Burada ailesi, eski kalp ağrısı ve samimi bir ortam vardır... Çapkınlıklarıyla ünlü yeğeni Tony’yle plajda tanıştıkları, Lille’den tatil için gelen iki kız, Celine ve Charlotte, hayatındaki yeni meşguliyet noktası olacaktır. Bir yandan Tony’nin güvenilmez kişiliği, bir yandan onun için önemini her daim koruyan Ophelie, bir yandan Celine, Charlotte, bir yandan anneler, amcalar, öte yandan genç teyze Camelia; Amin bütün bu kargaşanın içinde kendi rotasını aramayı sürdürecektir...
‘Mavi En Sıcak Renktir’le hatırladığımız Tunus kökenli Fransız yönetmen Abdellatif Kechiche’in son filmi ‘Kısmet, Sevgilim: İlk Şarkı’ (‘Mektoub, My Love: Canto Uno’), çevresindeki delişmen gelgitin içinde olayların akışına kendisini bırakmayan ve daha çok gözlemci ya da izleyici olmayı yeğleyen bir gencin öyküsünü anlatıyor.
Ben nedense Amin kişiliğinde, Camus’nün ‘Yabancı’sının ‘kayıtsızlığından’ tatlar buldum. Öte yandan film çok uzun (tam 175 dakika), çok geveze ve çok tekrarlarla dolu. Bu durum elbette izleyeni yoruyor ve bir noktadan sonra, perdede anlatılanlarla ilişkinizde gevşeklik başlıyor. Ama yine de bu tür handikaplarına karşın izleniyor.
Cinsellik en sıcak renktir
Öte yandan Kechiche yine kimi sahnelerde cinselliği ön planı çıkarıyor, sadece bu kez lezbiyen ilişkiyi filminin odağına yerleştirmiyor, yan unsur olarak kullanıyor. ‘Kısmet, Sevgilim: İlk Şarkı’, kadrosunda yer alan isimlerin birçoğunun ilk sinema deneyimi. Bence çok gerçekçi performanslar sunmuşlar, bunu da Kechiche’in oyuncu yönetimindeki başarısına bağlayabiliriz.
Son olarak film, François Bégaudeau’nun (Cantet’nin ‘Sınıf’ın da yazarıydı) romanından uyarlanmış ama yine de “Amin, fotoğraf ve senaryoya ilgisi bakımından yönetmenin kendisi olabilir” diye düşündürüyor...
‘ABBA’ gibisi var mı?.
Bazı filmler estirdiği nostaljik rüzgâr, hatırlattığı anılar ve de seyircisini taşıdığı zaman tüneli itibariyle öne çıkar... Yani bazen konunun pek bir önemi yoktur. 2008 tarihli ‘Mamma Mia!’ böyle bir çalışmaydı, devamı niteliğindeki ‘Mamma Mia! Yeniden Başlıyoruz’da (‘Mamma Mia! Here We Go Again’) da aynı durum mevcudiyetini koruyor. Film, ilk adımdan hatırladığımız Donna’nın ölümünden sonra kızı Sophie’nin, annesinin Yunan adası Kalokairi’deki tavernasını ‘Bella Donna Oteli’ne dönüştürme çabasına odaklanıyor. Otelin açılışını büyük bir partiyle gerçekleştirmek isteyen genç kadın bir yandan da partneri Sky’la olan ilişkisinde problemler yaşıyor. Öykü Sophie üzerinden şimdiki zamanda gezinirken paralel bir şekilde annesi Donna’nın Oxford’dan mezun olup adaya gelmesini ve bu süreçte üç ayrı gençle yaşadığı aşkı da perdeye taşıyor.
İlk adımı Phyllida Lloyd atmıştı, bu kez yönetmen koltuğunda Ol Parker oturuyor. ‘Mamma Mia! Yeniden Başlıyoruz’ zarif göndermeler içeren bir senaryo eşliğinde (ilk hamlede olduğu gibi) ABBA’ya yeni bir saygı duruşu olmuş. İsveçli grubun enfes şarkıları eşliğinde film bizi unutulmaz bir nostaljik tura çıkarıyor. Kadro zaten son derece pırıltılı isimlerden oluşuyor. Cher’in varlığı da ayrı bir incelik olmuş... Sonuç olarak ABBA’dan hoşlanmayanlar ya da varlığından haberdar olmayanlar ‘Mamma Mia! Yeniden Başlıyoruz’u beğenmeyebilir ama kuşak itibariyle efsanevi grubun o her biri çok özel tatlar ve değerler içeren şarkılarına vâkıf olanlar için bu filmin anlamı daha farklı olacaktır diyoruz...
Diğer seçenekler
Haftanın yenilerinden ‘Sibirya’yı (‘Siberia’) Matthew Ross yönetmiş, oyuncular Keanu Reeves, Ana Ularu, Pasha D. Lychnikoff ve Dmitry Chepovetsky. Gerard McMurray imzalı ‘İlk Arınma Gecesi’nde (‘The First Purge’) başrolleri Y’lan Noel, Lex Scott Davis, Joivan Wade ve Patch Darragh paylaşıyor. Alman yapımı ‘Kod Adı: Sosisli’nin (‘Hot Dog’) kadrosunda Til Schweiger, Matthias Schweighöfer, Lisa Tomaschewsky ve Anne Schafer gibi isimler yer alıyor, yönetmen Törsten Kunstler. Yerli yapım ‘Fenomen’i Ebubekir Uyğur-Ercüment Kolay ikilisi yönetmiş, oyuncular Vedi İzzi, Bora Cengiz ve Hümeyra Şare. Stu Stone imzalı ‘Korkuluk’ta (‘Scarecrows’) Mike Taylor, Hanna Gordon, Umed Amin ve Maaor Ziv gibi isimler rol alıyor. ‘Eski Köye Yeni Âdet’i Ferit Karahan ve Gülistan Acet birlikte yönetmiş, oyuncular Bülent Emrah Parlak, Füsun Demirel, Burcu Gönder Parlak ve Nail Kırmızıgül.
Paylaş