Paylaş
En son mart ayında Yeni Zelanda’da gerçekleştirilen Müslümanlara yönelik katliamın acısı yüreklerde ve vicdanlardaki yerini bütün hüznüyle korurken bu haftanın yenilerinden ‘Hotel Mumbai’ de yakın tarihten din bazlı bir başka acının tasvirine soyunuyor. Hatırlanacağı gibi 26 Kasım 2008 gecesi Mumbai’nin (Bombay) birçok bölgesinde eşzamanlı olarak başlayan terör eylemleri toplam dört gün sürmüş ve bu süre zarfında 174 kişi hayatını kaybetmiş, 300’den fazla insan da yaralanmıştı.
Avustralyalı Anthony Maras’ın imzasını taşıyan yapımsa, bu eylemlerin ünlü Taj Mahal Palace Oteli’nde gerçekleşen bölümüne odaklanıyor. Yönetmenin, John Collee’yle birlikte kaleme aldığı senaryo, kanlı vakanın izlerinde gezinirken öyküsünü birkaç ana karakter etrafında aktarıyor: Amerikalı mimar David’le eşi, Hint kökenli zengin kızı Zehra, bakıcıları Sally, Rus iş insanı Vasili, otel çalışanı Arjun, Hintli mutfak şefi Oberoi ve de dört cihatçı terörist...
Karakterlere
eşit uzaklıkta...
‘Hotel Mumbai’, 10 genç teröristin (Pakistan’dan kim olduğunu bilmediğimiz bir yöneticiden) aldıkları talimatlar doğrultusunda bir botla Mumbai’ye gelmeleri ve buradan eylemlerini gerçekleştirecekleri noktalara dağılmalarıyla açılıyor. Öykü paralel biçimde Arjun, şef Oberoi ve Zehra-David çiftine yakın plan yaparak bize onları tanıtıyor ve nihayetinde Imran, Abdullah, Houssam, Rashid adlı eylemcilerin oteli basmasıyla birlikte hepsinin yolları bir şekilde kesişiyor.
Mumbai’deki terör saldırılarında şehrin polis gücü yetersiz kalmış, operasyon düzenlemesi gereken özel harekâtçılar Yeni Delhi’den uzun bir süre sonra gelebilmiş, bu süre içinde teröristler birçok kişinin canına kıymıştı. Anthony Maras’ın filmi bu meselenin altını da çizerken “Misafir (müşteri) Tanrı’dır” ilkesi etrafında hizmet veren Taj Mahal Palace personelinin otelde kalan ve sığınanların hayatlarını kurtarmak için gösterdiği çabaya vurgu yapıyor. Bu tür felaket filmleri, konu itibariyle özellikle üçüncü dünya ülkelerinde geçiyorsa beyazların hayatlarına özel bir ilgi gösterir. ‘Hotel Mumbai’, bu konuda daha dengeli bir yapıya sahip. Ana karakterlerinden sadece şef Hemant Oberoi’nin gerçek, diğerleri ise kurgusal olduğu filmde beyazlara özel olarak ‘kahraman’lık payesi biçilmemiş (bu arada teröristlerden birinin ailesiyle telefonla görüşme sahnesi katilleri ‘insanileştirdiği’ için kimi yabancı eleştirmenlerce pek hoş karşılanmamış).
Dokümanter
görüntülerle destekli...
‘Kâfirler’i öte dünyaya yollayan teröristlerin acımasızlıkları ve ölüm korkusuyla hareket eden kurbanların açmazları... Yönetmen Maras, zaman zaman dokümanter görüntülerden (bu arada filme ilham kaynağı olan bir belgesel var; ‘Surviving Mumbai’) yararlanırken, gerilimi bizatihi kanlı eylem sahneleri vasıtasıyla sağlamış. Film bütün bu bölümlerde seyircisini gerim gerim geriyor. Yerel polisin yetersizliğinin yanı sıra deneyimsizliği ve beceriksizliği, otelin dışında çaresizce olan biteni izleyen ve içerideki yakınlarının akıbetini merak eden halk, canlı yayın araçları vs. derken ‘Hotel Mumbai’ gerçekçi çizgilere sahip bir film olmuş.
Oyunculuklara gelince: Sih otel görevlisi Arjun’da Dev Patel, Amerikalı mimar David’de Armie Hammer (bu kez fazlaca Kıvanç Tatlıtuğ’u andırıyor), Zehra’da Nazanin Boniadi gayet iyiler. Jason Isaacs’ın performansında sorun yok ama bir Rusu andırmadığı kesin. Kadronun en iyisi ise şef Oberoi rolündeki Anupam Kher.
Birlikte yaşamaktan başka çare yok...
Artık ne yazık ki bu türden sonsuz sayıda olaya şahit olduğumuz bir dünyada yaşıyoruz. Elbette ‘Hotel Mumbai’yi Yeni Zelanda’daki katliamın ardından izlemek, doğrusu insanı farklı duygular içine itiyor. Kendi cennet idealleri için yeryüzünü cehenneme çevirenlerin inançları ne kadar farklı görünürse görünsün, aslında birbirleriyle birinci elden akrabalar... Ve onların vahşetleri bizi her seferinde, ‘İnsanlığın başı sağ olsun’ noktasına taşıyor. Naifçe bir dilek olacak biliyorum ama yine de altını çizelim: Çokkültürlü bir dünyada bütün inançların, birlikte, farklılıkları hoş görerek, iç içe geçerek yaşamaktan başka çaresi yok. Zaten başka seçenek de yok...
Bir yudum sevgi...
Pixar’ın belki de en ışıltılı serisi olan ‘Toy Story’de hasret, dokuz yıllık bir aradan sonra bitiyor. Dördüncü filmde Woody ve arkadaşları, Andy’nin büyümesiyle birlikte artık Bonnie’nin hayatını şenlendirme görevini üstlenmiş durumdadırlar. Lakin minik kızın anaokulundaki ilk gününde zaman geçirirken tasarladığı el yapımı oyuncak Forky, onlar için yeni bir meşguliyet kaynağıdır. Çünkü Forky kendisini bir atık olarak hissetmekte ve çöp kutusunu boylamamın hesaplarını yapmaktadır. Bir noktadan sonra ekip onu, Bonnie’nin hayatındaki en önemli varlık olduğuna iknaya çalışır.
Şefkate muhtaç oyuncaklar
‘Toy Story’ serisi her zaman hayata ait temel değerler üzerine hem parlak hem hüzünlü hem de gerçekçi fikirler barındırmıştır. Çocukların yareni (yoldaşı) konumundaki oyuncakların kendi hayatları, düzenleri ve kaygılarının yanı sıra ait oldukları miniklere ilişkin sevgi ve bağlılıklarını, sadece küçük yaştaki seyirciler için değil her türden izleyici için de öğretici ve ilgi çekiciydi. Yönetmenliğini Josh Cooley’nin üstlendiği, senaryosunu Andrew Stanton-Stephany Folsom ikilisinin kaleme aldığı bu dördüncü adımda da oyuncakların sevgiye, ilgiye, şefkate olan ihtiyaçlarının, kendi doğal işlevlerinin onlarda yarattıkları açmazların dert ve kederleri var; satır aralarında. Bu açıdan plastik kaşıktan yapılma Forky’nin yanı sıra antikacı dükkânındaki Gabby Gabby de anahtar karakterler...
Bence ilk üç filmin yerleri (özellikle ilk ikisi) her daim ayrıdır; ‘Toy Story 4’ ise fikirler ve bu fikirlerin peliküldeki yansımaları açısından ilgiye değer bir çaba ama yine de öncekiler kadar çarpıcı, vurucu ve etkileyici olduğunu söyleyemem.
Dön dolaş, ‘Nikita’ya gel...
Kim bilir, belki de kendince haklıdır... Kariyerine ‘Nikita’ gibi ilgi görmüş ve bu nedenle de el üstünde tutulmanı sağlayan bir filmle başlarsan, sinema serüvenin boyunca aynı suda yıkanmak için çabalar durursun. Ama yaklaşık 30 yıl sonra, hele ki son derece karikatürize tipler ve akıl dışı senaryoyla kamera arkasına geçersen, bu durum hatıralardaki birkaç iyi şeyi de silip atmaktan başka işe yaramıyor.
Evet, karşımızda Luc Besson var ve yine üzerinde pek kafa yorulmamış bir senaryo eşliğinde yeni bir kadın ajanıyla huzurlarımıza çıkıyor. ‘Anna’, KGB tarafından eğitilip Batı âlemlerinde sahaya sürülen genç ve güzel bir ‘tetikçi’nin hikâyesini anlatıyor. Birim şefi Olga’nın sert ve acımasız yöntemleri eşliğinde suya atılan ve çok çabuk yüzme öğrenen Anna, çok geçmeden Paris moda dünyasında yükselen bir model kimliği örtüsü altında örgütten gelen talimatları yerine getiriyor. Ama bir gün işin içine CIA de giriyor ve...
Eli silahlı kadınlar!
‘Nikita’, ‘Beşinci Element’, ‘Joan of Arc’, ‘Angel-A’, ‘Lucy’... Aslında Besson kadın kahramanları hep sevdi ve kariyeri boyunca onları çoğu kez ellerinde silah, şiddetli ortamların içine sürdü. Anne Parillaud, Nathalie Portman, Milla Jovovich gibi isimlerin de tanınmalarını, önlerinin açılmalarını sağladı. ‘Anna’yla birlikte de benzer bir dokunuşu genç Rus model-oyuncu Sasha Luss’a yapacak görünüyor. Filmin sanırım en önemli özelliği bu... Öte yandan ‘Anna’, son dönem vizyona giren ‘Sarışnı Bomba’ (‘Atomic Blondie’) ve ‘Kızıl Serçe’yle (‘Red Sparrow’) aynı sularda yüzüyor.
‘Film işte’ de, geç...
Ana karakteri kadın olan aksiyonlar ister istemez o eski formüle, ‘Soğuk Savaş’ dönemi refleksleriyle dolu ajan filmlerine başvuruyor. Sağ olsun, günümüz dünyasının politik konjonktürü de bu dengeleri yeniden ürettiği için anlatılan öykülerin yer yer karşılığı var. Ama senaryolarda aktarılanlar o kadar karikatürize ve mantık dışı oluyor ki, “Film işte” deyip geçiyorsunuz. Dolayısıyla ‘Anna’nın yansıttığı hissiyatın da aynı olduğunu belirtelim...
Üç yıldız Bir ilticanın anatomisi…
Sinema yoluyla sanatçı öykülerinde, trajedilerinde ve hayatlarındaki iniş çıkışlarda gezinmeye devam… Bu açıdan haftanın yenilerinden ‘Beyaz Karga’ (The White Crow’), ‘Bohemian Rhapsody’ ve ‘Rocketman’la aynı kulübün üyesi. Ralph Fiennes’ın yönetip kendisine de yan karakterlerden bir rol biçtiği yapım, Sovyet asıllı ünlü balet Rudolf Nureyev’in çocukluk ve gençlik yıllarında dolaşırken asıl olarak Batı’ya ilticasına odaklanıyor.
Trans Siberya Ekspresi’nde doğan, yoksulluğun ve coğrafyanın sert ikliminde yolunu ararken rotasına baleye çeviren ve nihayetinde Kirov gibi üst düzey bir okulda eğitim alan, ustası Alexander Puşkin’in himayesinde yükselen bu genç yetenek, başına buyrukluğu ve aykırılığıyla sistem için ‘potansiyel bir tehlike’ olarak kayıtlara geçiyor. Lakin ait olduğu sanattaki üstün performans ve temsil kabiliyetiyle, kaprisleri belli noktalarda sineye çekiliyor…
Ukraynalı balet Oleg Ivenko
Bu her an patlamaya hazır gerilim merkezi, nihayetinde ilk yurtdışı gezisinde kaderi açısından tercihini yapıyor ve 16 Haziran 1961’de, henüz 23 yaşındayken, Fransız kız arkadaşı Clara Saint’in de yardımıyla Paris Le Bourget Havaalanı’nda KGB’yi atlatarak ülkesiyle bağlarını koparıyor. Nureyev’in ilticası rejim açısından bir yenilgi olarak lanse edilirken Batı cephesi de meseleyi ‘yeni bir zafer’ propagandasına dönüştürüyor.
Ralph Fiennes, üçüncü yönetmenlik serüveninde 1993’te aramızdan ayrılan baletin hayatının erken dönemini perdeye taşırken senaryoyu kaleme alan David Hare (kendisi ‘Wetherby’, ‘The Hours’ ve The Reader’ gibi filmlerin de metinlerini yazmıştı), yola çıkarken Julie Kavanagh’ın 2007 tarihli kitabı ‘Rudolf Nureyev: The Life’ı esas almış.
Fiziksel olarak gerçek Nureyev’i hatırlatan Ukraynalı balet Oleg Ivenko’nun sürüklediği filmde eğitmen Puşkin’i Ralph Fiennes, ilticaya yardım eden Clara Saint’i (ki kendisi kazada hayatını kaybeden Andre Malraux’nun oğlunun da sevgilisi) Adèle Exarchopoulos canlandırıyor.
Bir nevi ‘siyah kuğu’
‘Beyaz Karga’ (anlamı, Rusya’da aykırı karakterlere yönelik bir tanımlamaymış; bir tür ‘siyah kuğu’ yani!), bütün enerjisini ajan filmlerinden bir sekans tadında çekilen iltica bölümünün yarattığı gerilimden alan, ana karakterinin gerçek hayattaki kimi detaylarına ilişkin derinleşmekten kaçınan ama bu haliyle de kendisini izlettiren bir yapım olmuş. Öte yandan ben filmin Nureyev’in insanlara olan tekinsizliğini, yalnızlığını, kendinden başka kimseye güvenmeyişini ve kimseye de güven telkin edemeyişini belli ölçülerde yansıttığı kanaatindeyim. Fiennes’ın yapıtına ilişkin dışarıda yöneltilen ağırlıklı eleştirilerden biri karakterinin cinsel yönelimlerini perdeye taşımaması olmuş. Bu açıdan ‘Beyaz Karga’nın masaya yatırılma açısından ‘Bohemian Rhapsody’yle yer yer aynı kaderi paylaştığını söyleyebiliriz…
Beyaz Karga
Yönetmen: Ralph Fiennes
Oyuncular: Oleg Ivenko, Adèle Exarchopoulos, Ralph Fiennes, Raphaël Peronnaz, Chulpan Khamatova, Sergei Polunin, Calypso Valois, Louis Hoffman, Olivier Rabourdin İngiltere-Fransa ortak yapımı
Diğer seçenekler...
‘Yazlık Ev’i (Les estivants’) ise Valeria Bruni Tedeschi yönetmiş, filmin başrollerinde Tedeschi’nin yanı sıra Pierre Arditi, Valeria Golino ve Noemie Lvovsky gibi isimler var. Yönetmenliğini üç ismin; Nathan Crooker, Kayden Phoenix ve Ruben Rodriguez’in üslendiği ‘Katil Bebek Geri Döndü’nün (‘Charlotte The Return’) kadrosunda ise Noemi Gonzalez, Bill Oberst Jr., Danielle Guldin ve Sabrina Garcia yer alıyor. Yerli yapım ‘Kalpten Gerdanlık’ı Sultan Nil Turan yönetmiş, oyuncular Soydan Soydaş, Suavi Eren, Tayfun Av ve Altuğ Seçkiner. ‘13. Gün’ (‘The 13th Friday’) Justin Price imzasını taşıyor, kadroda Lisa May, Melissa L. Vega ve Jose Zuniga gibi oyuncular bulunuyor. ‘Güller’i ise Mehmet Gün yönetmiş, filmin başrollerinde Emirhan Can Ala, İbrahim Kalkan, Deniz Oral ve Nail Demir gibi isimler bulunuyor.
İçinden deniz geçen filmler
D Marin Turgutreis ev sahipliğinde bu yıl dördüncü kez gerçekleşecek olan ‘D-Marin Deniz Filmleri Festivali’, 27 Haziran’da başlıyor. D Marin Turgutreis ve Naviga dergisiyle birlikte düzenlenen ve 30 Haziran’a kadar sürecek etkinlikte dört film gösterilecek. Denizden ilham alan yapımların hâkim olduğu festivalde gösterimler saat 21.00’de başlayacak ve tekne sahipleriyle birlikte bölge halkına da açık olacak.
Gösterim programı:
◊ 27 Haziran ‘Sürükleniş’
Yön: Baltasar Kormakur
◊ 28 Haziran ‘Derinlere Yolculuk’
Yön: Jerome Salle
◊ 29 Haziran ‘Güneye Karşı’
Yön: Brian Peter Falk
◊ 30 Haziran ‘Merhamet’
Yön: James Marsh
Paylaş