Paylaş
Marvel’la DC Comics’in çizgi roman sayfalarından beyazperdeye taşınan ve bazen solo, bazen de koro kahramanlar eşliğinde süregelen ‘ezeli rekabet’inde bu hafta yeni bir perde açılıyor. Çünkü Marvel cephesi öyküsü solo olarak anlatılan ‘ilk kadın süper kahraman’ını sahaya sürüyor. Doğrusu vizyon tarihi olarak ‘8 Mart’ gibi bir günü seçmek takdire şayan bir hareket, peki ya filmin içeriği?
‘Captain Marvel’ adlı bu karakter, DC Comics’in ‘Wonder Woman’ına rakip gibi görünse de aslında tarihsel çıkışı (1960’ların sonu) ‘Supergirl’le ilgili ama bu durumu anlatmak, uzun bir ansiklopedik hatırlamaya dönüşebilir, dolayısıyla biz doğrudan bu yeni kahramanın sinema macerasıyla haşır neşir olalım. Önce kısaca konu: Kree ırkının yaşadığı Hala gezegeninin savaşçılarından Vers’in geçmişe dair hiçbir hatırası yoktur. Zihni, zaman zaman onu kimi görüntüler, olaylar ve yaşanmışlıklarla buluştursa da her şey bulanıktır. Komutanı Yon-Rogg’la birlikte ezeli düşmanları Skrull’ları yok etmek için giriştikleri operasyondaki bazı gelişmeler onu C-53 adlı bir gezegene taşır. Çok geçmeden C-53 dedikleri yerin Dünya, uğranılan zamanın da 1995 yılı olduğu anlaşılır. Dolayısıyla Kree’lerle Skrull’ların mücadeleleri yerküreye taşınmıştır...
Hafiften ‘feminist okumalar’
Birlikte ‘Sugar’, ‘It’s Kind of a Funny Story’, ‘Half Nelson’, ‘Mississippi Grind’ gibi bağımsız yapımları çekmiş olan Anna Boden-Ryan Fleck ikilisinin imzasını taşıyan ‘Captain Marvel’, aynı zamanda ana karakterinin hafızasının yerine gelmesi ve kendisinin Amerikan Hava Kuvvetleri’nde pilot olarak görev yapan Carol Danvers olduğunu anlaması üzerine gelişen bir sürece de odaklanıyor. Bu süreç boyunca da öyküdeki taşlar yerlerini değiştiriyor; iyiler ve kötüler yeniden tanımlanıyor. Vers-Captain Marvel ve Carol Danvers kimlikleri ortak bir bedende buluşurken ortaya fiziken olduğu kadar ruhen de güçlü bir kadın karakteri çıkıyor. Filmin güzelliklerinden biri de, düştüğü her yerde yeniden ayağa kalkmasını bilen ve mücadelesini sürdüren bu kişilik. Buradan elbette bir ‘feminist okuma’ yapmak mümkün ama öykünün öncelikli derdinin bu olduğunu iddia edemeyiz; bu sadece pozitif bir yan unsur. Öte yandan film çağdaş acılarımızdan ‘göçmen meselesi’ne de kendince bir bakış atıyor, bu da bir başka olumlu yan. Ama ‘Captain Marvel’ı asıl tanımlayacak özellikler öykünün 90’larda geçmesi ve bu döneme ait birçok kültürel kodları bize hatırlatması (No Doubt’ın ‘I’m Just A Girl’, R.E.M.’in (Man on the Moon’, Nirvana’nın ‘Come As You Are’ parçaları mesela ya da Arnold Schwarzenegger ve Jamie Lee Curtis’le ‘True Lies’ filmi gibi, ayrıca kimi sahnelerde ‘Top Gun’ göndermeleri görmek de mümkün).
Öyküdeki ‘düşman’ uzaylı ırkı Skrull’lar, şekil değiştirme yeteneğine sahipler...
Kedidir kedi...
Ayrıca Anna Boden-Ryan Fleck ikilisinin filmi, işin ‘süper’liğini nispeten kısıtlı tutmuş ve kahramanın insanlığını daha bir öne çıkarmış. Kendi adıma ben ister Marvel, ister DC Comics üyesi olsun; öyküsü dünyada geçen ve ayakları daha bir yere basan serüvenleri daha çok seviyorum. ‘Captain Marvel’ın böyle bir yapısı var ama salona ‘Süper Kahraman’ filmi seyretmeye gelen seyirciyi de düşünmek lazım, nihayetinde bu mesele ‘Captain Marvel’ın finaline doğru kıyıya vuruyor ve etraf bilgisayar destekli sahnelerden geçilmiyor.
Brie Larson’ın ‘Captan Marvel’da sırıtmadığı, Jude Law’un Yon-Rogg’la, Annette Bening’in Mar-Vell’le ‘Süperler dünyası’na dahil olduğu, Skrull’ların lideri Talos’ta Ben Mendelsohn’u izlediğimiz, Nick Fury’de Samuel L. Jackson’ın ise ‘gençleştirilmiş’ versiyonuyla karşımıza geldiği ‘Captain Marvel’ın asıl yıldızı ‘Goose’ adlı kedi (özellikle yerçekimsiz sahnede muhteşemdi)
olmuş.
Sinema artık eski bir sanat ve birçok yeni yapımda izlediğimiz kimi sahne ya da görüntü, bize eski filmleri, eski anları, eski kadrajları hatırlatıyor. Yolu bir şekilde ‘Avengers: Endgame’e bağlanan ‘Captain Marvel’ın da asıl problemi bu olmuş: İzlenmesi zevkli ama yeni bir şey sunmuyor..
Ayrılık sevdaya dahil...
Kız kardeşinin düğünü vesilesiyle yaşadığı Arjantin’den, yıllar önce terk ettiği aile yuvası İspanya’ya gelen ve burada eski defterleri açmak durumunda kalan bir kadın... Üstelik tam da kutlamaların olduğu anda ortaya polisiye bir vaka çıkar; kızı kaçırılır ve 300 bin Euro fidye istenir...
İran sinemasının şu aralara uluslararası sistemdeki en üretken ve bilinen ismi Asghar Farhadi, konusunu kısaca özetlediğimiz son filmi ‘Herkes Biliyor’da (‘Todos lo saben’), klasik temalarını bu kez İspanyol coğrafyasında inşa ediyor; yani açmazlar arasında gidip gelen bir grup karakter (işin içine ‘kaçırılma vakası’ dolayısıyla girince ilk elde akla yönetmenin erken dönem filmlerinden ‘Elly Hakkında’ da geliyor)...
Farhadi, benim için hâlâ en iyi filmi olan ‘Bir Ayrılık’ sonrası Fransa’da ‘Geçmiş’i çekmişti. Ardından tekrar İran’a dönüş geldi ve bu kez Arthur Miller’dan yaptığı serbest uyarlama ‘Satıcı’yı izledik. ‘Herkes Biliyor’ yeniden ‘Avrupa’ya açılma filmi’ niteliği taşıyor.
Güzelim düğün sahneleri...
Ana karakter Laura, eski sevgilisi Paco, Paco’nun öğretmen karısı Bea, Laura’nın Arjantinli kocası Alejandro, kaçırılan kız Irene, geçmişten kalma kimi arazi meseleleri, sınıfsal dertler, üzeri örtülmüş acılar derken ‘Herkes Biliyor’, bir yandan da sırtını dayadığı polisiye entrikayla etkileyici bir atmosfer sunuyor. Filmin sinematografik şahikası ise ‘The Guardian’ gazetesi eleştirmeni Peter Bradshaw’ın da vurguladığı gibi Michael Cimino ve Francis F. Coppola tatları sunan düğün sahneleri (fırtına ve elektrik kesintisi bölümleri de dahil olmak üzere). İlk kez yolları 1992 yapımı ‘Jamón Jamón’da kesişen ve sonraki yıllarda defalarca birlikte çalışan çift Penélope Cruz ve Javier Bardem’in eski sevgilileri, Ricardo Darín’in de Arjantinli eski alkolik kocayı canlandırdığı filmin en kırılgan yanı polisiye vakanın adresindeki kişiler. Senaryo entrikanın bütün yükünü taşıyan bu kanatta yeterince sağlam durmuyor.
‘Herkes Biliyor’, Farhadi’nin belki de en zayıf filmi ama yine de izlenmesi zevkli. Ayrıca görüntü yönetmeni Jose Luis Alcaine’in kadrajları ve özellikle kilise çanıyla köy meydanında gezdirdiği kamerası da çok iyi...
Kapitalizme atılan oklar...
49 yaşında bir koro yöneticisi... Bu onun görüntüdeki kimliği... Halla’nın, ‘Zorro’vari bir hayatı var; müzikle uğraşıyor, bir ara evlat edinmek istemiş ama asıl derdi tasası ‘Küçük ve güzel’ ülkesinde elini giderek yükselten kapitalizmin iştahına engel olmak. Bunun için de tek başına bir savaş veriyor. Hem de en ilkel silahlarla; yani ok ve yayla...
Dünya prömiyerini geçen yıl Cannes’da yapan ‘Woman at War’, ‘8 Mart’ın ruhuna uygun bir yapım. İzlandalı Benedikt Erlingsson’un ikinci uzun metrajlı çalışması küresel meseleleri mizahi bir dil ve akıcı bir sinemayla perdeye taşıyor. Etkileyici eylemlerinin ardından ülke basını tarafından ‘Gizemli Dağ Kadını’ şeklinde adlandırılan Halla’nın öyküsünü aktarırken vicdanlara seslenen çağdaş bir masal olmanın da üstesinden gelen ‘Woman at War’, özellikle çevre sorunlarına duyarlı seyirci için uygun bir buluşma noktası... Evi Mandela ve Gandhi posterleriyle kaplı bu modern Jeanne d’Arc’ın (ya da Robin Hood) ‘İskandinav mizahı’yla süslü öyküsüne kulak veriniz derim. Son olarak Reykjavik’ten yola çıkıp İzlanda’nın dağlık bölgelerine taşınan filmde ‘ara nağme’ tadındaki üç kişiden oluşan müzik gruba da öykünün en hoş yanlarından biriydi, bu notu da düşelim...
Eski ‘Kelebek’ varken...
İşlemediği bir cinayet suçuyla kürek mahkûmu olarak cezasını çekmek için Fransız Guyanası’ndaki hapishaneye gönderilen ve burada başarısız birkaç kez kaçış hamlesinin ardından nihayet 13 yıl sonra özgürlüğüne kavuşan Henri Charrière’in, geçirdiği zorlu günleri anlatan otobiyografik kitabı ‘Kelebek’ (‘Papillon’), 70’lerde tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde (‘e Yayınları’ basmıştı) de büyük ilgi görmüştü. Kitap daha sonra sinemaya uyarlandı ve Steve McQueen-Dustin Hoffman ikilisinin başrollerini paylaştığı film (yönetmeni Franklin J. Schaffner’di) bir klasik oldu.
Danimarkalı Michael Noer, 2017’de bu muhteşem yapıtı yeniden sinemaya taşıdı. Bu haftadan itibaren salonlarımıza uğrayan şimdiki dönemin ‘Papillon’u kuşkusuz orijinaliyle yarışmak niyetinde değil. Zaten ne haddine... Kendi ölçülerinde mütevazı bir hapishane draması olan Noer’in yapıtı ortalamayı tutturuyor. Charrière’yi ve hapishane yoldaşı Louis Dega’yı canlandıran Charlie Hunnam ve Oscar’lı Rami Malek de gayet iyiler lakin 1973 tarihli filmin ve Steve McQueen-Dustin Hoffman’ın performanslarının hatıralarınızdaki yerlere sağlam olunca, “Yeni bir uyarlamaya gerek var mıydı?” diye düşünüyorsunuz.
Paylaş