Paylaş
Orwell’ın öngörüsü şimdiki zamanlarda bütün gerçekliğiyle sürüyor. ‘Dünyanın jandarması’ namlı Amerika, hem kendi vatandaşlarını hem de gezegenin her köşesini gözlüyor. Bu hissiyata çoktan sahiptik ama Edward Snowden, en azından işi belgelere döktü ve meseleyi, dünya kamuoyuyla paylaştı. Lakin bunun bir bedeli olacaktı; ülkesi tarafından ‘vatan haini’ ilan edildi ve Rusya’ya sığınmak zorunda kaldı, halen bu ülkede yaşıyor. 2003 yılında gayet ‘vatansever’ hislerle kendisini sistemin kollarına bırakan ve ‘alaylı’ bir bilgisayar dahisi olarak CIA’nin yan birimlerinden NSA’de (National Security Agency-Ulusal Güvenlik Dairesi) birçok önemli projede yaratıcı ve yürütücü olarak çalışan tam adıyla Edward Joseph Snowden, resmi görevini 2011’e kadar sürdürdü. Sonrasında ortadan kayboldu ve elindeki gizli bilgileri basın üzerinden kamuoyuyla paylaşarak sistemin ‘sinsi’ planlarını ortaya çıkarmış oldu.
Aslında Snowden’ın öyküsünü 2014 tarihli belgesel ‘Citizenfour’da izlemiştik. Laura Poitras imzalı yapım Akademi tarafından ödüllendirilmiş ve ‘En İyi Belgesel’ dalında Oscar almıştı. Hollywood’un kendi gerçekliği içinde muhalif sayılabilecek yönetmenlerinden Oliver Stone, aynı sulara döndü ve eski Ulusal Güvenlik Dairesi elemanının öyküsünü bu kez kurgusal bir filmle kamuoyunun beğenisine sundu. ‘Snowden’ adlı yapım, bu hafta itibariyle bizim salonlarımıza da uğruyor. Film, meseleye ilişkin Anatoly Kucherena ve Luke Harding’in yazdıkları kitaplardan yola çıkılarak Stone’un Kieran Fitzgerald’la birlikte kaleme aldığı senaryodan çekilmiş.
‘Snowden’, temel olarak ülkesinin bilgisayar teknolojisi üzerinden fark yaratmasını isteyen ve 11 Eylül’le zirvesine ulaşan terör olaylarının önlenmesini ilişkin çabalara yardımcı olmak üzere CIA çatısı altında çalışmaya karar veren iyi niyetli bir gencin, süreç içinde sistem karşıtı bir figüre dönüşmesini anlatıyor. İşini kız arkadaşı Lindsay Mills’ten saklayan, dehasını sistemin emrine veren genç Edward, çok geçmeden sadece ana düşman görülen Rusya, Çin ve İran dışında Japonya, Almanya, Brezilya, hatta Avusturya gibi ülkelerin de izlendiğini, gözlendiğini, birçok dünya vatandaşının e-postalarına, cep telefonu mesajlarına ve hatta bilgisayar kamerasına kadar erişildiğini gözlüyor. Bu tablo genç ajanı ahlaki ve vicdanı bir hesaplaşmaya itiyor.
O sırada Amerika yeni bir seçim heyecanı yaşıyor; Snowden, “Obama gelince işler düzelir sandım” diyor ama zamanla yanıldığını anlıyor. Anladığı bir başka şey de terörün bir gerekçe değil, bahane olduğu. Bu durumda da, “Asıl dert bütün dünyaya ilişkin ekonomik ve sosyal kontroldü” yargısına varıyor, ardından da sistem dışına çıkarak kimi gerçekleri açığa çıkarmak için hamlelerine başlıyor. Vicdani duruşunu besleyen en önemli şey ise, “Vatandaşlar, hükümetimizi sorgulayabilmeli, çünkü bu anayasal bir hak...” düşüncesi.
‘OBAMA DÜZELTİR SANMIŞTIM’
‘Snowden’ı izlerken tıpkı ‘Citizenfour’ gibi ilginç detaylarla karşılaşıyorsunuz. Stone’un filmi ele aldığı karakterin dönüşünü, sevgilisi ve iş arkadaşlarıyla yaşadıklarını aktarırken, kişisel dönüşümünü ve Edward Snowden’ın psikolojini de başarıyla ve inandırıcı bir dille yansıtmış.
Öte yandan hem Laura Poitras’ın belgeselinin hem de bu filmin hatırlattığı bir şey daha var; sistemin kendisine aykırı gördüğü bir kişinin öyküsüne, sistemin sinema düzeninin hayat hakkı tanıması -ki daha önce de yazmıştım- hatta Akademi’nin ödül bile vermesi. Evet, “Amerikan sineması hep böyledir” derler, “Sistem günah işler, bu günahların hesaplaşması da perdede yapılır ve sistem böylelikle ‘sözde’ aklanır.” Bu, liberalizmin temel reflekslerindendir belki de ama şöyle ya da böyle, ortada bir hesaplaşma vardır. Oliver Stone da aslında sisteme inancını ‘JFK’ gibi filmlerde gösteren bir yönetmen olarak, kendince bir hesaplaşmaya soyunmuş ve ‘Snowden’ın öyküsünü ve meselenin perde arkasını, peliküle taşımış.
Joseph Gordon-Levitt’in inandırıcı bir Snowden portresi çizdiği filmde Shailene Woodley (Snowden’ın kız arkadaşı Lindsay), Rhys Ifans (Snowden’in CIA’deki eğitmeni Corbin O’Brian), Zachary Quinto (gazeteci Glenn Greenwald), Tom Wilkinson (The Guardian muhabiri Ewen MacAskill) ve Melissa Leo (yönetmen Laura Poitras) gibi oyuncular da gayet iyi.
Sonuç olarak günümüz toplumlarında özgür basının yerine ve önemine de vurgu yapan bu filmi, kesinlikle kaçırmayın derim.
BİR SUİKASTIN ANATOMİSİ
Nazi işgali altındaki Çekoslovakya’da, bir gece ülkeye paraşütle inen iki direnişçi, çok sayıda insanın katline neden olan ve ‘Prag Kasabı’ olarak ünlenen Reinhard Heydrich’e suikast düzenlemek üzere hazırlıklara başlar. Londra’daki muhalif güçler adına hareket eden Çek Jan Kubis ve Slovak Josef Gabcik, eylemin planlanma sürecinde yerel direnişçilerle hareket ederken dikkat çekmemek adına Marie ve Lenka adlı kadınlarla ilişki yaşıyormuş gibi görünürler. Ama çok geçmeden bu durum gerçek aşka yerini bırakır.
Sean Ellis’in yönettiği ‘Anthropoid’, girişte özetlemeye çalıştığımız gerçek bir hikâyenin sinemasal yansıması. Tarihe ‘Anthropoid Operasyonu’ olarak geçen olay, daha önce de üç kez beyazperdeye uyarlanmıştı. Suikast girişimi 27 Mayıs 1942’de gerçekleştirilmişti. Ünlü yönetmen Fritz Lang, yaşanan kimi detaylar henüz tam anlamıyla açığa çıkmamışken 1943’te, söz konusu olayı ‘Hangmen Also Die!’ adlı filmiyle sinemaya taşımıştı. 1965’te bu kez Çek yönetmen Jirí Sequens, ‘Atentát’ adlı yapımda ‘Heydrich suikastı’nı konu edinmişti. Kimi Bond filmlerinin ve ‘Alfie’nin yönetmeni olarak da tanınan Lewis Gilbert ise 1975 tarihli ‘Operation: Daybreak’te bir kez daha aynı sulara döndü. Bizde ‘Zamana Güzellik Kat’ Türkçesiyle gösterime giren ‘Cashback’in yönetmeni olarak hatırladığımız Sean Ellis, ‘Anthropoid’le cesur direnişçilerin öyküsünü, adeta şimdiki zaman seyircisine hatırlatmak adına tekrar sinemaya taşımış.
İki İrlandalı aktörün, Jamie Dornan ve Cillian Murphy’nin iki ana karakteri, Kubis ve Gab-
cik’i canlandırdığı film, sakin gelişen ve temposunu zamanla bulan bir çalışma olmuş. Ellis’in filmi dönem tasvirini de ruh ve görüntü olarak gayet başarılı yansıtıyor.
Sonuç olarak ‘Anthropoid’, tarihi referanslarıyla izlenmeye değer bir yapım, bu kayda değer çabayı ıskalamayın
derim.
GÜLDÜRMESİNE GÜLDÜRÜYOR AMA...
Aslında ‘Çalgı Çengi’ onların serüveni için belki de en önemli virajdı. Çünkü bu filmle tanındılar, sevildiler, ilerisi için ümit verdiler. Onlar; yani Murat Cemcir ve Ahmet Kural ikilisi... Ve tabii ki filmi çeken yönetmen Selçuk Aydemir... Söz konusu yapım, Şubat 2011’de sessiz sedasız gösterime girmiş, gerçek değerini DVD’sinin çıkmasının ardından, adeta kulaktan kulağa bulmuş bir yapıttı. Aydemir öncülüğündeki ikili, sonrasında açıldıkça açıldı, (şimdilik iki filmden oluşan) ‘Düğün Dernek’ serisinin yanı sıra ‘İşler Güçler’ ve ‘Kardeş Payı’ dizileri derken, popüler kültürümüz içinde önemli figürlere dönüştü. Öyle ki, resmi kayıtların baz alındığı 1989 yılı başlangıç tarihi olmak üzere, ‘Tüm Zamanların En Çok İzlenen Filmleri’ listesinde ‘Düğün Dernek’ 6.980.070 seyirciyle ikinci, ‘Düğün Dernek 2: Sünnet’ ise 6.073.364 kişiyle dördüncü sırada yer almakta.
Bu haftanın yenilerinden ‘Çalgı Çengi İkimiz’, ikilinin ve de yönetmen Aydemir’in dördüncü uzun metrajlı çalışması. Film, düğünlerde şarkı söyleyen Ankaralı iki ‘teyzeoğlu’, Salih ve Gürkan’ın altı yıl sonra yaşadıkları üzerine kurulu. İlk adımda ikili, bir sünnet düğünü esnasında mafyanın işlediği bir cinayete tanık oluyor ve işin içinden çıkmak için çabalayıp duruyordu. İkinci adımda ise ikili, Gürkan’ın evlenebilmesi için mafya âleminden ayrılmak için çabalarken “Tarkan’ı ilk keşfeden kişi” olduğunu iddia eden bir nikâh memuru, onları ‘Yıldız’ yapma gayretlerine soyunuyor.
Sadece yetenek yeter mi?
‘Çalgı Çengi’yi izlediğimde (ben de DVD vasıtasıyla keşfedenler arasındaydım) çok beğenmiş ve İngilizvari (özellikle de Guy Ritchie) suç filmlerini komedi formatında önümüze getiren yerli örnekler arasında farklı bir yeri tarif ettiğini düşünmüştüm. Oyunculuklar, durum komedileri, diyaloglar, ‘Elvan Kobra muhabbeti’ çok iyiydi ve ortada filmin omurgasını dayandırdığı bir senaryo vardı. Yönetmen Selçuk Aydemir de, kısıtlı imkânlarla da iyi işler (güçler!) çıkarabileceğini göstermişti. Lakin sonraki iki adım ve de ne yazık ki bu son film, ‘Çalgı Çengi’nin tadından, derinliğinden, sinemasal dokusundan çok uzakta.
Aslında sorun genel. Son dönem komedi filmlerinin neredeyse hepsinde aynı dert var. Durumu netleştirmek için şöyle örnekleyeyim: Herkes ellerindeki yetenekli oyuncularla sahaya çıkıyor ve onların üst düzey kapasiteleriyle sonuç alacağına inanıyor. Yani elinizde Hagi ya da Alex gibi usta yıldızlar var ama bir oyun planınız, stratejiniz yok. Lakin devreye ‘yetenekler’ giriyor, bulunan pozisyonlarla sonuç alınıyor. Ve fakat ortada bir takım oyununa, göze hoş gelen bir futbola rastlayamıyoruz; sadece sonuca (yani gişeye) odaklı maçlar seyrediyoruz. Bu da kendi ligimizde iş yapan ama evrensel futbolda (yani sinemada) kıymet-i harbiyesi olmayan bir görüntü yaratıyor.
Evet, ‘Çalgı Çengi İkimiz’ Cemcir ve Kural’ın yanı sıra kadrodaki her biri değerli ve yetenekli isimler de varlığıyla bol bol güldürüyor (ki türdaşları arasında daha fazla kahkaha ve espri vaat ediyor) ama sinematografik açıdan sıradanlığı aşamıyor.
Son olarak, bu ekip (Aydemir, Cemcir ve Kural) ‘Düğün Dernek’ serisiyle zaten gişeye ne kadar hâkim olduğunu gösterdi, muhtemelen ‘Çalgı Çengi İkimiz’ de büyük bir seyirci ilgisine mazhar olacak. Acaba şöyle bir soluklanıp arada sanatsal dokunuşları olan, sinema tarihimiz açısından iz bırakabilecekleri işlere imza atmayı da denemezler mi? Onları seven ve yeteneklerine inanan bir sinemasever olarak naçizane böyle bir beklentim var, belirteyim dedim!
SONSUZLUK VE BİR ADAM
Yaşadığı trajedinin ardından Japonya’daki Fuji Dağı sınırları dahilindeki Aokigahara’ya, nam-ı diğer ‘İntihar Ormanı’na yollanan Arthur Brennan, burada kafasındaki uygulamaya hazırlanırken rastladığı bir Japon, Takumi Nakamura onu farklı hesaplaşmaların içine çeker...
Sadece iki insanın meselelere bakış açılarını (ve benzerliklerini) değil, farklı kültürlerin reflekslerini de masaya yatıran ‘Sonsuzluk Ormanı’ (‘The Sea of Trees’), kuşkusuz usta yönetmen Gus Van Sant’ın en iyi işlerinden biri değil. Yabancı eleştirmenler filmi, ilk kez gösterildiği Cannes’da tefe koymuşlardı, “O kadar da değil” demekten yanayım. Hatta anlatım açısından tıkır tıkır işleyen, sahaya sürdüğü metaforların hakkını veren bir çaba olmuş ‘Sonsuzluk Ormanı’. Ayrıca öykünün son ‘Filmekimi’nde gösterilen ‘Swiss Army Man’le uzak akraba olduğunu söylemeliyim.
BU DA VAR!
Haftanın bir başka seçeneği olan ‘Ağ’ı (‘Geumul’) Kim Ki Duk yönetmiş, kadroda Ryoo Seung Bum, Lee Won Gun, Kim Young Min ve Choi Guy Hwa gibi isimler yer alıyor. Filmin konusu şöyle: Teknesinin motoru bozulan bir balıkçı, Güney Kore’ye sürüklenir. Uzun ve acı dolu bir sorgulama sürecinin ardından Kuzey Kore’ye sınır dışı edilir. Ancak Güney Kore’yi terk etmeden önce ülkenin aynı anda hem ne kadar gelişmiş olduğunu hem de ne kadar karanlık bir yana sahip olduğunu görür. Ekonomik gelişmenin mutluluk getirmediği düşüncesiyle döndüğü kendi ülkesinde, sorgulamalar esnasında, güneyde karşılaştığı şiddetin benzerini yeniden yaşar.
Paylaş