Paylaş
Modern zamanların ‘Ocean’s Eleven’ı, 1960 tarihli orijinalinden sinematografik açıdan daha dikkat çekici ve eğlendiriciydi. Steven Soderbergh imzalı bu saygı (ve hatırlatma) duruşu, ‘Dream Team’ tadındaki kadrosuyla gönülçelen yapımlardan biri olarak zihinlere yerleşti. Filme gösterilen ilgi, ikinci adımın perdesini araladı ve 2004’te ‘Ocean’s 12’ gösterime sokuldu, lakin ilki kadar beğenilmedi. 2007’de üçüncü hamle geldi (‘Ocean’s Thirteen’) ve Soderbergh imzalı seride son nokta konuldu.
Filmin ana karakterlerinde Sandra Bullock ve Cate Blanchett’ı izliyoruz.
Haftanın yenilerinden ‘Ocean’s 8’, sadece ‘sayısal’ anlamda bir değişikliğin ifadesi değil; bu kez karşımıza sadece kadınlardan oluşan bir ekip çıkıyor. ‘Pleasantville’, ‘Seabiscuit’ ve ‘Açlık Oyunları’ serisinin ilk filminin yönetmeni olarak tanınan Gary Ross’un yönettiği, senaryosunu da Ross’un yanı sıra Olivia Milch’in kaleme aldığı çalışmada Soder-
bergh bu kez yapımcı olmayı yeğlemiş... Film, hikâyesine ilk aşamada iki ana karakter etrafında başlıyor. Danny Ocean’ıın kız kardeşi Debbie hapishaneden çıkıyor ve küçük hileler, tatlı yalanlar, dozajı düşük dolandırıcılıklarla seyirciye adeta kendisini tanıtıyor. Bir sonraki adımda eski partneri Lou öyküye dahil oluyor. İkili çok geçmeden Debbie’nin yaklaşık beş yıllık ‘mapus’ hayatı boyunca hayal ettiği soygunu gerçekleştirmek için harekete geçiyor. Lakin bu öyle bir operasyondur ki, çok sayıda ‘işinin ehli’ uzmana ihtiyaç vardır. Üst düzey bir hacker (ismi ‘Nine Ball’), eli uzun ve çabuk bir yankesici (ismi ‘Constance’), aile hayatından çekip çıkardıkları kuyumcu ustası (ismi ‘Amita’), (eski ihtişamlı günlerini arayan) bir modacı (ismi ‘Rose Weil’) ve eski ortakları Tammy’den oluşan takım, New York’ta düzenlenen Met Gala’da yükselen yıldız Daphne Kluger’ın takacağı 150 milyon dolarlık Cartier kolyeyi çalacaktır. Planlar yapılır ve harekât (!) başlar...
‘Yaratıcı eksikliği’...
Serinin erkek versiyonunun ana ekseninde George Clooney ve Brad Pitt’in canlandırdığı karakterler vardı; benzer formül burada da üretilmiş ve Sandra Bullock’la Cate Blanchett, tahtaya ilk yazılan isimler, yani beyin takımı olmuş; diğerleri de zeki ve pratik uygulayıcılar...
‘Ocean’s Eight’, serinin ruhuna uygun davranmaya çalışan bir film. Lakin kadrosundaki onca ışıltılı isme (filmde Bullock ve Blanchett’ın yanı sıra Anne Hataway, Helena Bonham Carter, Rihanna, Sarah Paulson gibi yıldızlar topluluğu var) karşın hem sinematografik anlamda hem de hikâye düzeyinde etkili olduğu söylenemez. Evet, önceki ‘Ocean’s hikâyeleri’nin de inandırıcı olduğu iddia edilemezdi ama bu kez sanki senaryo daha bir yüzeysel ve çarçabuk ele alınmış gibi. Kimi Batılı eleştirmenler bu durumu ‘yaratıcı eksikliği’ olarak ifade etmiş; hoş, Gary Ross eski işleri itibariyle kayda değer bir yönetmendir ama kendisinin de katkıda bulunduğu senaryonun parlak dokunuşlardan nasibini almaması belki filmi sıradan tanımıyla buluşturmuş. Bu haliyle ‘Ocean’s Eight’, (ışıltılı bir sinematografiyle ve parlak bir oyuncu kadrosuyla çekilmiş) bir TV dizisinin, göz alıcı bölümlerinden biri gibi
duruyor.
Öykünün kahramanlarının kadın olması da doğrusu meseleye farklı bir hava (ya da feminist bir duruş mesela) katmamış, sadece erkeklerin yerini kadınlar almış sanki.
Sonuç olarak izlenmesi belli noktalarda zevkli ama genel olarak beklentileri pek de karşılayamayan bir film olmuş ‘Ocean’s Eight’.
Ufak tefek günahlar...
Malum, Türkiye sinemasının gerilim modelinde ‘cinli filmler’ bir hayli moda. Belli oranda gişe geliri elde ettikleri ya da birkaç örnek üzerinden böylesi bir başarı sağlandığı için bu tema üzerinde ısrar, mevcudiyetini koruyor. Lakin sayı o kadar çok ki, tahammül sınırları çoktan aşılmış durumda. Bu geniş skalada, en azından eleştirmen kimliğiyle “Kim bilir, iyi örnekler de çıkar, biz de üzerinde fikir yürütme şansı buluruz” umuduyla her salona yollandığımızda, genellikle mekândan eli boş dönüyoruz. Alper Mestçi, bir anlamda ihtisasını bu yolda inşa etmeye karar vermiş gibi görünen yönetmenlerimizden. Keza bu türde en son izlediğimiz film de kendisinin imzasını taşıyan ‘Siccin 3: Cürmü Aşk’tı. Son hamlesi ‘Üç Harfliler: Beddua’ bu hafta vizyonda; önceki adımı ‘Siccin 3’te beklediğimi bulamasam da belki bu kez olmuştur mantığıyla basın gösterimine yollandım.
Bursa Merkez’e yakın köylerden Misi’de geçen öykü, lisede sıkı bağlarla birbirine tutunmuş ama artık ayrı düşmüş dört genç kızın öyküsünü anlatıyor. Vakti zamanında üçü bir gece metruk bir evin yanında arkadaşları Melek’i yaralı halde buluyorlar. Kızın yanında, köyün büyücü namlı kadınının olması neticesinde Melek’i yaralı halde bırakıp gidiyorlar. Sonrasında arkadaşları hayatını yatalak bir biçimde sürdürüyor; grup ise dağılıyor: Zengin kızı olan Ayla Bursa’da yaşıyor, Eda ve Burcu da hayatlarını köyde idame ettiriyor. Derken son dönemlerde kimi kâbuslarla geçmişle yüzleşmek zorunda kalıyorlar.
Stephen King’vari bir öykü...
Stephen King sever böyle hikâyeleri: Hayat, bilinçaltı, ilahi adalet; ne derseniz deyin çocukluk ya da gençlik günahları bir şekilde önünüze atılır. ‘Üç Harfliler: Beddua’ da aynı mantığa sahip. Lakin mesele öykü değil elbet, eldeki metnin sinematografik nasıl ifade edildiği, işlendiği. Mestçi, senaryosunu da kendisinin kaleme aldığı filminde tıpkı ‘Siccin 3’te olduğu gibi rahatsız edici ses efektleri ve abartılı müzik kullanımıyla gerilimi sağlamaya çalışıyor. Öte yandan, bir noktadan sonra kendisini tekrarlayan kâbus sahneleri de korkutmak ya da germek yerine sıkıcı bir hale dönüşüyor. Film asıl etkisini finalde vermek istiyor ama burada da şöyle bir problem var: O noktaya gelene kadar anlatılan öyküyle final arasında pek bir bağlantı yok; ters köşeye yatırmanın da kendi içinde tutarlı olması gerekiyor bence.
Neyse, yine de Mestçi’nin filmleri türün ehven-i şerleri. Ben kendi adıma atmosfer kurmada enikonu başarılı olan bir sinema emekçisinin bu türde takılıp kalmak yerine farklı sulara açılmasını isterdim (Farklı sular derken ‘Sabit Kanca’ları kastetmiyorum tabii ki!)
Aşkla devrim bir arada olmaz mı?
Devrim o kadar kutsal bir hedefti ki, ona uzanan yolda aşk belki de bir vakit kaybı, gereksiz türden insani bir zaaf, kafa karıştıran bir meşgaleydi. Bu yüzden devrimciler, her daim devrimi aşka tercih ettiler. Belki de nihai hedefe ulaşamadıkları için... Kim bilir sevmek, âşık olmak o
kadar da ulvi bir şey değildi.
80 sonrasının hesaplaşma içeren filmlerinde bu türden temalar yoğundu. Kuşkusuz ortada bir tarif vardı ama bu tarifi sinematografik yoldan başarabilen filmler ne yazık ki yoktu. Haftanın yenilerinden ‘Düş Kırgınları’, Mehmet Eroğlu’nun 2005 tarihli romanının sinema uyarlaması. Yönetmenliğini Selim Güneş’in üstlendiği film, girişte kısaca aktarmaya çalıştığımız 80 sonrasının derdini çok da iyi aktaramamış yapımlarını andırıyor. Hikâyenin kahramanı Kuzey, eski dava arkadaşı Sami’yle birlikte Ege’nin şirin bir kasabasında küçük bir motel işletmektedir. Günün birinde, çevredeki Rum köylerinde araştırma yapmak için motele gelen Şafak adlı genç kadın, Kuzey’e yaşama sevinci aşılar. Hayata dair umutlarını kaybetmiş bu eski devrimci, tutunacak bir dal bulmuştur adeta. Ama sevmeyi beceremez, karşı tarafın kendisine gösterdiği ilginin altında ezilir, genç kadın kadar cesur davranamaz, sorumluluk alamaz. Bu duruma tepki gösteren Şafak da arabasına atlar ve...
‘Düş Kırgınları’, kâğıt üzerinde kulak kabartılacak öyküsünü sinemasal açıdan aktarmakta zorlanmış ve ne yazık ki demode bir görüntü sunmuş. Diyaloglar çok kitabi, karakterler de sanki çok durgun (gerçi Kuzey böyle bir kişiliğe sahip ama sanki daha sahici kılınabilirmiş). Sanırım meseleyi eski bir eleştirmen tabiri özetleyebilir: ‘İyi niyetli bir çaba’...
Diğer seçenekler
Haftanın yenilerinden ‘Atölye’yi (‘L’atelier’) Laurent Cantet yönetmiş; oyuncular Marina Fois, Matthieu Lucci, Florian Beaujean ve Mamadou Doumbia. Murat Toktamışoğlu imzalı ‘Dümdüzz Adam’da Ferdi Sancar, Cezmi Baskın, Ersin Korkut ve İlyas Yalçıntaş gibi isimler rol alıyor. ‘Aklın Gözü’nde (‘Mind Games’) başrolleri Sam Neill, Melia Kreiling, Tom Payne ve Antonia Campbell paylaşıyor; yönetmen Andrew Goth. Cem Sürücü’nün yönettiği ‘Tatlı Bela’da Gökhan Keser, Selen Seyven ve Serkan Kuru rol alıyor. Can Ulkay imzalı ‘Ayla’ da haftanın ikinci kez vizyon gören filmi.
Paylaş