Paylaş
1983 yazı... Arkeolog ve sanat tarihçisi Prof. Perlman’la Fransız eşi Annella’in, mimarisiyle kendi çapında cennet bahçelerinden bir demet sunan Kuzey İtalya’daki evine Amerikalı doktora öğrencesi Oliver gelir. Bu farklı kültürden konuk, çok geçmeden profesörün 17 yaşındaki oğlu Elio’nun ilgisini çeker. Bu ilgi, zaman içinde karşılığını bulur. Başta mesafeli seyreden birliktelik daha sonra nereye evrileceği belirsiz bir muammanın ifadesine dönüşür...
Ah, şu yaz aşkları... İtalyan yönetmen Luca Guadagnino, André Aciman’ın aynı adlı romanından üstat James Ivory’nin adaptasyonuyla sinemaya taşınan filminde, coşkulu, yürek çarpan ama daha sonra da burkan, hüzünlü ve de gayet romantik bir çalışmaya imza atıyor. ‘Beni Adınla Çağır’ (‘Call Me by Your Name’), canlı renkler, çekici mekânlar, güzel insanlar, enfes doğa kadrajları, entelektüel meselelerde gezinen diyaloglar derken sahaya adeta büyük avantajlarla çıkmış bir takım görüntüsünde. Nitekim bu durum, karşılığını çabuk buldu; gösterim ağına festivaller yoluyla ya da vizyon turuyla takıldığından bu yana el üstünde tutulan, üzerine toz kondurulmayan bir film var karşımızda.
Peki nedir ‘Beni Adınla Çağır’ın kerameti? Ben kendi adıma genel coşkunun dışında kalsam da, sanki “Evet, neden beğenildiğini çok iyi anlıyorum” tadındayım. Bir kere Guadagnino’nun sunduğu dünya, vakti zamanında Bertolucci’nin ve kimi Fransız yönetmenlerin pastoral görüntüler eşliğinde anlattığı, safi romantizm kokan, sadece kadın-erkek ilişkilerine odaklanmış, ekonomik açıdan dertsiz burjuvaların ön planda olduğu, bazılarının hayat dolu, bazılarının ise tükenişe doğru yol aldığı karakterlerle bezeli filmlerini hatırlatıyor. Ki Guadagnino da bir önceki filmi ‘A Bigger Splash’te Fransız Jacques Deray’ın ‘La piscine’ini yeniden çekerek bu dünyaya olan ilgisini daha önceden de göstermişti. Dolayısıyla ‘Beni Adınla Çağır’, sinemayla az çok derinlikli ilişkide bulunanların aklına, hafızalarındaki yerleri sağlam bu yapıtları getirdi ve nostaljik zaaflarımızla da çaldı kalplerimizi (ya da kalpleri)...
Hoşgörülü baba figürü
Filmde anlatılan, eşcinsel bir aşkın tasviri. Sinema, popüler yanıyla da bu sulara daha önce uğradı. ‘Brokeback Mountain’ ya da ‘Moonlight’ (ki ‘Moonlight’ biraz da Akademi’nin sayesinde popülerleşti) mesela... Ama hiçbir örnek Guadagnino’nun filmi kadar sevilmedi, baş tacı edilmedi. Bunda (kendi tespitim değil, yakın bir arkadaşımın görüşüdür; katılıyor ve aktarıyorum) galiba en önemli etken; böylesi bir aşka hoşgörü gösteren, anlayışla karşılayan bir babanın (Prof. Perlman) varlığı da oldu. Benzer durumları kendi hayatlarında yaşayanlar belki yoksun kaldıkları bir baba figürünü öyküde bulmanın huzuruyla ‘Beni Adınla Çağır’ı daha da çok sevdiler...
Bana sorarsanız benzer meselelerde gezinen Todd Haynes’ın ‘Carol’ı mesela, daha zarif, daha ince, daha çarpıcı bir filmdi. Yıkıcılık ve geride bıraktığı izler açısından da Andrew Haigh’in ‘Weekend’i... Ayrıca Guadagnino’nun filmografisi bakımından da ‘Benim Adım Aşk’ (‘Io sono l’amore’) ve ‘Sen Benimsin’in (‘A Bigger Splash’) daha iyi filmler olduğu kanısındayım. Lakin ‘Beni Adınla Çağır’ın da hakkını yememek lazım; yukarıda da ifade etmeye çalıştığım gibi o kadar çok ‘gönülçelen’ yanı var ki, herkesin bu rüzgârın peşinden sürüklenme nedeni farklı olabilir...
Oyunculuklara gelince: Elio’da Timothée Chalamet, performansıyla genç kuşağın en gözde aktörü haline geldi (‘En İyi Erkek Oyuncu’da Oscar’a da aday oldu). Sadece bu film değil ‘Lady Bird’deki varlığı da bu durumu pekiştirdi (bu arada 30 Mart’ta vizyona girecek olan ‘Vahşiler’de de küçük bir rolü var). Keza Oliver’de de Armie Hammer, ‘gürbüz, fit, gönülçelen ve gönülkıran Amerikalı’da gayet iyiydi.
Oscar’larda ‘En İyi Uyarlama Senaryo’daki yeri garanti (‘BAFTA’da ‘mutlu son’a ulaştı) görünen ‘Beni Adınla Çağır’, benim için olmasa da kimilerince ‘2017’nin En İyi Filmi’ydi, dolayısıyla izleyip karar vermeniz açısından ‘Kaçırmayın’ derim..
BENİ ADINLA ÇAĞIR (5 üzerinden 3,5 yıldız)
Yönetmen: Luca Guadagnino
Oyuncular: Timothée Chalamet, Armie Hammer, Michael Stuhlbarg, Amira Casar, Esther Garrel
İtalya-Fransa, Brezilya-ABD ortak yapımı
Zenginlik başa bela!..
Sinemanın onca işlevi arasında, sanırım size artık giderek yaşlandığınızı hatırlatmak da var. Bu duyguya da en çok çocukluğunuzda heyecanla takip ettiğiniz ve hayal meyal hatırladığınız olaylar, film olarak karşınıza geldiğinde kapılıyorsunuz. Mesela İtalya’da eski başbakanlardan Aldo Moro’nun kaçırılması gibi. Ki Marco Bellecchio’nun 2004’te bizde de vizyona giren filmi ‘Günaydın Gece’de (‘Buongiorno, notte’) böylesi bir duyguya kapıldığımı hatırlıyorum. Benzer bir hissi bu haftanın yenilerinden ‘Dünyanın Bütün Parası’nda (‘All the Money in the World’) yaşadım. Ridley Scott, ilkokul çağlarında gazetelerden hatırladığım bir kaçırılma olayını perdeye taşımıştı.
Önce kısaca bir özet geçelim: Dünyanın en zengin ama bir o kadar da cimri adamı Paul Getty’nin İtalya’da yaşayan torunu Paul, 1973’te kaçırılır ve 17 milyon dolarlık bir fidye karşılığında bırakılacağı söylenir. Baba kendi dünyasındadır ve eşinden ayrılmıştır, anne ise bu parayı karşılayacak durumda değildir ve eski kayınpederinden yardım ister. Lakin yaşlı milyarder, ortada bir komplo olduğunu düşünerek fidye vermeyi reddeder, olayı çözmesi için de eski CIA ajanı Fletcher Chase’i görevlendirir. Süre uzadıkça işler sarpa sarar...
Emektar İngiliz yönetmen Scott, ‘Dünyanın Bütün Parası’nda 70’ler atmosferini mükemmele yakın bir şekilde yaratmış. Otomobiller, mekânlar, mobilyalar, giyim-kuşam; görünürde ve detaylarda her şey çok çok iyi. Keza filmin aksiyonu ve çizilen Paul Getty portresi de. Ama yönetmen olarak kendi adıma çok sevdiğim Scott, belki dünyaya pek de ‘sol’dan bakmadığı için meseleyi sadece kişisel almış ve bir düzen eleştirisine gitmemiş; kapitalizmin ve paranın yarattığı nüfuzun, iktidarın insanın doğasını bozan, değerleri yok eden, erozyona neden olan yanlarına eğilmemiş. Bir ayrıntı gibi duran, ‘Kızıl Tugaylar’ın parayla satın alınabileceği gibi bir ima da bu bakışın eseri...
Öte yandan film çekimlerine başladığında Paul Getty rolü Kevin Spacey’nindi, lakin taciz iddiaları sonucu Spacey’nin yerini apar topar Christopher Plummer aldı. Ortaya çıkan sonuç ise mükemmel görünüyor. Efsanevi aktör muhteşem bir Paul Getty portresi çizmiş (nitekim performansıyla ‘En İyi Yardımcı Erkek’te Oscar’a aday). Sırf Plummer’ı izlemek için bile salonun yolu tutulur diyelim...
DÜNYANIN BÜTÜN PARASI (5 üzerinden 3,5 yıldız)
Yönetmen: Ridley Scott
Oyuncular: Christopher Plummer, Michelle Williams, Mark Wahlberg, Romain Duris, Timothy Hutton, Charlie Plummer, Marco Leonardi
ABD yapımı
Çocuklardık, parlak yıldızlardık…
Umarsız, sevinç dolu çocuk çığlıkları ve onların eşliğinde kayıp giden zaman… Sean Baker imzalı ‘The Florida Project’, yoksulluğun ortasında her gün yeni bir eğlence, ayakta kalma yolları bulan ve neşelerini hiç kaybetmeyen miniklerin peşinden sürüklenen bir film. Florida’da, Disneyland yakınlarındaki Magic Castle adlı motelde annesi Halley’le yaşayan küçük Moonee’nin serüvenlerine odaklanan yapım, klasik anlamda bir öykü anlatmıyor. Minik kızın sadık dostu Scooty ve sonradan gruba eklenen Jancey’le birlikte bir yaz boyunca yaşadıkları eşliğinde sosyal bir panorama çiziyor. Yönetmen Baker, filminde benzer dertleri perdeye taşıyanlardan farklı olarak ahkâm kesmemeye, altı çizili sosyolojik mesajlar peşinde koşmamaya çalışırken son derece hareketli kamerasıyla da ‘taze gerçekçilik’ tadı yakalıyor.Geçen yıl izlediğimiz ‘American Honey’yle akrabalıklar taşıyan filmde minik Moonee’yi canlandıran Brooklynn Kimberly Prince döktürüyor. Keza anne Halley’de Bria Vinaite ve Motel’in bütün işlerini halleden ve etrafa şefkatli bir baba figürü saçan Bobby’de Willem Dafoe (‘En İyi Yardımcı Erkek’te Oscar’a aday) de çok çok iyiler. Farklı seslere, ruhlara ve sinemasal anlatımlara ilgi duyan izleyiciler için son derece keyifli bir seçenek…
THE FLORIDA PROJECT (5 üzerinden 3,5 yıldız)
Yönetmen: Sean Baker
Oyuncular: Brooklynn Kimberly Prince, Bria Vinait, Willem Dafoe, Christopher Rivera, Valeria Cotto, Macon Blair
ABD yapımı
Diğer seçenekler
Haftanın öne çıkan filmlerinden Murat Şeker imzalı ‘Görevimiz Tatil’in başrollerinde Demet Akbağ, Zafer Algöz, Deniz Altan ve Ali Keçeli rol alıyor. Haftanın animasyonu ‘Tavşan Peter’ı (‘Peter Rabbit’) Will Gluck yönetmiş. Kadrosunda Taylor James, Jackson Rathbone ve Billy Zane gibi isimler barındıran ‘Samson’, iki yönetmenin imzasını taşıyor: Bruce Macdonald ve Gabriel Sabloff. ‘Kırlangıçlar Susamışsa’da başrolleri Murat Sarı, Burak Sarı ve Hamit Demir paylaşıyor, yönetmen Murat Çakıral. Yerli gerilim ‘Âlem-i Cin’in oyuncu kadrosunda Ayçin Tuyun, Süleyman Kabaali ve Zeynep Turpçu gibi isimler var, yönetmense Özgür Bakar.
Paylaş