Paylaş
adem bir serinin beşinci adımıyla karşı karşıyayız, önce ‘çıkan kısmın özeti’ diyelim: Efendim, vakti zamanında uzaydan devasa robotlar gelmiştir ve bunların çoğu TIR suretinde, bazıları da spor araba formundadır. İnsanların tarafında yer alanlara ‘Autobots’, derdi Dünya’yı ele geçirmek olanlara ise ‘Decepticons’ denmektedir. Yönetmenliği Michael Bay’in üstlendiği ‘Transformers’ serisinde bana sorarsanız, ilk üç film sıradandı. Bir önceki hamle olan ‘Kayıp Çağ’da kartlar yeniden dağıtılmış ve öykü yeni karakterlerle ‘yola devam’ demişti. Bence dördüncü film, serinin en iyisiydi.
TRANSFORMERS 5: SON ŞÖVALYE
Yönetmen: Michael Bay
Oyuncular: Mark Wahlberg, Anthony Hopkins, Laura Haddock, Josh Duhamel, Isabela Moner, Jerrod Carmichael, John Turturro, Stanley Tucci, John Hollingworth / ABD yapımı
Bu hafta salonlarımıza uğrayan yeni adım ‘Transformers 5: Son Şövalye’ (‘Transformers 5: The Last Knight’) ise öyküsünü yenilenen rota üzerine kuruyor. Seride bayrağı Sam Witwicky’den (Shia LaBeouf canlandırıyordu) devralan ‘dâhi mühendis’ Cade Yeager, artık sistem tarafından ‘asi’ kabul edilen ‘Autobot’larla ‘firari’ hayatı sürerken kimi gelişmeler ona, ‘Seçilmiş kişi’ olduğunu hatırlatıyor. Kurtarıcı konumundaki Optimus Prime ise gezegenine gidip yaratıcısı Quintessa’yla karşılaşıyor ve onun etkisine girerek bambaşka dertlerle ve ‘Nemesis Prime’ adıyla Dünya’ya geri dönüyor. Anlaşılıyor ki yer küre bir kez daha büyük bir tehdit altındadır ve Yeager, ‘Autobot’ların yanı sıra yolunun kesiştiği İngiliz karakterlerle (kadın tarih profesörü Vivien Wembley ve Sir Edmund Burton) saldırıya karşı mücadeleye başlıyor.
STONEHENGE VE UZAYLI MİHRAKLAR
Senaryosunu Art Marcum, Matt Holloway ve Ken Nolan üçlüsünün kaleme aldığı ‘Transformers 5’, çok uzun (149 dakika) ve metin, dallanıp budaklandıkça odak kayıyor (hoş bir serideki her adım enikonu bu tür sürelere sahipti ama ben kendi adıma sadece dördüncü filmde sıkılmamıştım). Durduk yerde köklerini ‘Kral Arthur’ efsanesine kadar uzatan ve her şeyin kaynağını ‘Büyücü Merlin’e bağlayan öykü (ki bence filmin sinematografik anlamda en güzel bölümü burasıydı), sonrasında yatağını Amerika’dan Britanya’ya taşıyor. Bu manevranın nedeni aslında sonradan anlaşılıyor; işin içine İngiliz hicvini ve aristokrasisini katmak. Nitekim bu refleks, Anthony Hopkins’in canlandırdığı Sir Burton tiplemesinde karşılığını buluyor. Ayrıca ünlü ‘Stonehenge’i de uzaylılara bağlamak ince ve zekice olmuş. David Cameron’ı hatırlatan İngiliz Başbakanı’nın Downing Street’te ti’ye alınması bölümü iyiydi.
Ama filmin bütün erdemi de neredeyse bu kadar. Gerisi son zamanlarda izlediğimiz ‘gürültülü’ aksiyonların bildik formülleri ve de klişeleri: ‘Uzaylı mihraklar’ın hedefindeki yaşlı gezegen, yok olmaya doğru giden insanlık, bu şamata içinde bile espri yapmayı sürdüren ara karakterler (ki, iyi ki varlar), bir miktar romantizm, çocuk kahraman ve işin içinde ‘Metaller’ (!) olduğu için de takımda yer almaya uygun, ilham kaynağı ‘Star Wars’taki ‘R2-D2 ve C-3PO’ ikilisi olan komik bir minik robot vs.
Performanslara gelince: Tesadüf eseri son iki filmi bu hafta aynı anda vizyona giren Mark Wahlberg, ‘Tranformers 5’te Tom Cruise ve Matt Damon’la birlikte “Yaş ilerlese de kaslarımızı göstermekten imtina etmeyelim” ekolünün üyesi olmayı sürdürdüğünü hatırlatıyor.
Mark Wahlberg, bu hafta son iki filmiyle (‘Kara Gün’ ve ‘Transformers 5’) salonlarımıza uğruyor.
ENFES BİR MERLİN PERFORMANSI
Öte yandan ‘Westworld’de ‘Robot işi’ne fazlasıyla bulaşan Anthony Hopkins’in böylesi bir filmde oynamaması zaten ayıp olurdu!Stanley Tucci, ‘Sevimli ve üçkâğıtçı Merlin’de enfes bir iz bırakıyor. Lau-
ra Haddock ise ‘seksi profesör’ Vivian’da serinin önceki seksisi Megan Fox’un yerini doldurmaya çalışıyor.
Sonuç? Bir sonraki adımın ipuçlarını da sunan ‘Transformers 5’, yukarıda da altını çizdiğim gibi birkaç ince ve zevkli ayrıntının dışında uzun ve dağınık. Öte yandan film, öykü düzeyinde çekici olmayınca bizim gibi belli bir yaştaki eleştirmenler için de etki bakımından geride, çok fazla gürültüden başka bir iz bırakmıyor.
KARA GÜN
Yönetmen: Peter Berg
Oyuncular: Mark Wahlberg, Kevin Bacon, Alex Wolff, Themo Melikidze, John Goodman, JK Simmons, Michelle Monaghan, Jake Picking ABD yapımı
BİR TRAJEDİNİN YÜZEYDEKİ PORTRESİ
Amerika’nın en popüler sportif faaliyetlerinden biri olan ‘Boston Maratonu’, hatırlanacağı gibi 15 Nisan 2013’te kana bulanmıştı. Tamerlan ve Cohar Tsarnaev adlı Çeçen kardeşlerin ‘finiş çizgisi’ne yakın bölgede 12 saniye aralıkla gerçekleştirdiği iki ayrı bombalı eylemde üç kişi hayatını yitirirken çok sayıda insan da yaralanmış, kimi uzuvlarını kaybetmişti. Oyunculuktan yönetmenliğe geçen ve ‘The Kingdom’, ‘Lone Survivor’, ‘Deepwater Horizon’ gibi filmleriyle ve Amerikan milliyetçiliğine göz kırpan tavrıyla hatırladığımız Peter Berg, son çalışması ‘Patriots Day’de (ki bizde ‘Kara Gün’ Türkçe çevirisiyle gösterime giriyor) söz konusu trajediyi perdeye taşımış.
Berg’in yanı sıra Matt Cook ve Joshua Zetumer imzalı senaryodan çekilen ‘Kara Gün’, birkaç yan (ki hepsi gerçek) karakter ve kurgusal bir ana karakter (teşkilatta kimi sorunlar yaşamış polis memuru Tommy Saunders) etrafında bir tür belgesel tatta bir ton tutturmuş. Olay öncesinden başlayan öykü, terör eylemine ve sonrasındaki suçluların bulunma sürecine odaklanıyor. Film bize yaşananları kısa zaman aralıklarıyla aktarıyor ve bu, bir anlamda ‘Kara Gün’ün temposunu belirliyor. Satır aralarında gördüğümüz kadarıyla yaşanan terör olaylarının ardından ABD’de yükselen ‘Müslüman nefreti’ konusunda dikkatli ve soğukkanlı adımlar atmaya özen gösteren yapımın asıl derdi başka tabii. Yönetmen Berg ve senaryo, bu tür olayları ancak ‘sevgi’yle ve ‘dayanışma’ ruhuyla atlatabileceğimize vurgu yapıyor. Üstelik bu çözümün sadece Boston’da değil, Paris ya da İslamabad’da da geçerli olduğunun altını çiziyor. Film bence teknik açıdan iyi çekilmiş lakin mesajı çok naif. ‘Tsarnaev kardeşler’e bakarken ‘empati’ yapıyor gibi görünüyor ama çok da derinleşme ya da sosyolojik bir bakış atma türünden bir derdi yok (belki de kapasitesi yok demek daha doğru olacak). Aralara serpiştirilmiş milliyetçilik sempatizanlıkları da Berg’in alametifarikası olsa gerek.
Filmin yapımcıları arasında yer alan Mark Wahlberg, kurgusal karakter polis memuru Saunders’ı canlandırırken ben kadroda en çok FBI Büro Şefi Richard DesLauriers rolündeki Kevin Bacon’ı beğendim. Tsarnaev kardeşlerden de özellikle Cohar’ı canlandıran Alex Wolff gayet iyi.
YA BİZİM SİNEMAMIZ?
Filme bu coğrafyadan bakıldığında ise şunu görüyoruz: Boston eylemi, Amerikan yakın tarihinde Oklahoma City’de eski asker Timothy McVeigh’in gerçekleştirdiği ve 163 kişinin ölümüne neden olan bombalama ve ‘11 Eylül’ faciasıyla birlikte üçüncü büyük terör eylemi. Türkiye ise bu çapta olaylardan özellikle son iki yılda o kadar çok yaşadı ki; ilk elde akla gelen Suruç’tan Ankara Tren Garı’na, Kızılay’dan Kayseri’ye, Beşiktaş-Bursaspor maçı sonrasındaki patlamaya ve nihayetinde ‘Reina katliamı’na kadar... “Bakalım sinemamız, bütün bu yaşananları perdeye ne zaman yansıtacak” diyelim ve bekleyelim...
93 YAZI
Yönetmen: Carla Simón
Oyuncular: Laia Artigas, Paula Robles, Bruna Cusi, David Verdaguer, Fermi Reixach İspanya yapımı
NASIL DA KOŞUŞURDUK BAHÇELERDE...
Anne ve babasını kaybeden küçük Frida’ya artık taşradaki dayısıyla yengesi bakacaktır. Bir yanda büyük bir acının tortuları, öte yanda çocukluğun o ket vurulamaz özgürlüğü, neşesi, coşkusu...
Carlo Simón’un ilk uzun metrajlı filmi ‘93 Yazı’ (‘Estiu 1993’), sakin, soğukkanlı bir anlatım tutturmasına rağmen duygularını seyircisine geçirmede çok çok başarılı bir film. Katalan yönetmen, altı yaşındaki minik kız çocuğunun kendi yolunu bulma çabasının yanı sıra ait olduğu döneme ait bütün reflekslerini olağanüstü bir gerçekçilikle ve sevimlilikle perdeye aktarmayı başarmış.
YÜREĞE İŞLEYEN FİLMLERDEN
Film boyunca izleyici koltuğunda, Simón’un üslubuna paralel bir biçimde sakin bir gözlemci olmayı başarıyorsunuz ama nihayetinde gözyaşlarınızı teslim etmeden salondan ayrılmanız çok zor. O klişe tabiriyle ’93 Yazı’ insanın yüreğine işleyen yapımlardan.
Film aynı zamanda Franco sonrası, ‘İspanyol Geçişi’ olarak adlandırılan dönemin mutluluğuna gölge düşüren AIDS döneminin izlerini de sürüyor (yeri gelmişken meraklısına, sinema yazarı arkadaşımız Senem Aytaç’ın Altyazı dergisinin Haziran sayısında yönetmenle yaptığı söyleşiyi öneririm).
Son olarak iki minik oyuncu, Laia Artigas (Frida) ve Paula Robles’in (Anna) doğallıkları ve uyumları da mükemmel...
‘Berlin Sendromu’
DİĞER SEÇENEKLER
Haftanın yenilerinden ‘Berlin Sendromu’nu (‘Berlin Syndrome’) Cate Shortland yönetmiş, oyuncular Teresa Palmer, Max Riemelt, Lucie Aron ve Cem Tuncay. Vatche Boulghourjian imzalı ‘Dağların Ardında’nın (‘Tramontane’) kadrosunda Michel Adabachi, Sajed Amer, Abido Bacha ve Toufic Barakat gibi isimler var. Yerli yapım ‘Büyü 2’de Gizem Salkım, Özgül Kavruk, Can Arpacı ve Melih Değirmenci başrolleri paylaşıyor, yönetmen Adnan Güler. Haftanın animasyon seçeneği olan ‘Tavşan Okulu’nu (Rabbit School: Guardians of the Golden Egg) Ute von Münchow Pohl yönetmiş. Kadrosunda Cem Özer, Uğur Uludağ, İlhan Şeşen ve Cem Uçan gibi oyuncular bulunan ‘Tatlı Şeyler’i ise Uğur Uludağ yönetmiş.
Paylaş