Esasında ana muhalefet partisinde temel sorun; evrensel değerlere uyumlu, halka değen ve kemikleşmiş oy oranını artırabilecek bir parti yapılandırılması. Bu anlamıyla tartışmalar kimin genel başkan olacağı gibi çok yüzeysel bir çerçevede ele alınmamalı. Tamam, herkes biliyor ki Kemal Kılıçdaroğlu yıprandı. Ama aynı Kılıçdaroğlu; özellikle Baykal döneminde dar bir alana sıkıştırılmış partiye, kimlik siyasetinden kurtarma yolunda çok mesafe aldırttı. CHP artık Doğu ve Güneydoğu’da onun çabalarıyla yeniden var olmaya başladı. Başta “başörtü” meselesi olmak üzere, pek çok konuda referansını “insan odaklı” değerlerden empoze etmeye çalıştı. Daha ötesine dair, partinin “ortodoks” nüvesinin çok katı olduğu biliniyor.
Şimdi; Kurultay sürecinde Ekrem İmamoğlu ve Özgür Özel’in başını çektiği parti içi muhalefet rüzgârları gündemde.
Özgür Özel, “değişim” söylemi ile Genel Başkanlığa talip olduğunu açıkladı. Bahse konu kişilerin “değişim”i ne boyutta ele aldıklarına ilişki tatmin edici bir program, şu ana kadar ortaya koyulmuş değil. Açık söylemek gerekirse, CHP’de “kişi değişimi” tartışmaları her şeyin önüne geçmemeli.
Parti mayısta yaşanan seçim şokunu üzerinden tam atamadı. Bu durum seçmenlerine olumsuz yansıyor. Halk desteği aşağılara doğru giderken acilen yepyeni bir ruh ortaya koymaları gerekiyor. Tunç Soyer; parti üst yönetiminden bağımsız, arkasına sadece “entelektüel namusunu” alarak, haziran ayında dopdolu bir “Yeni Siyaset Belgesi” yayınladı.
Ama, heyhat şu anda yaşananlar bir “post kavgası” izlenimi veriyor. Son olarak şu saptamayı da ifade edelim. Tabii ki siyasette bir hafta bile uzun bir zamandır. Ancak Ekrem İmamoğlu şayet İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığını kazanırsa ilerleyen zamanlarda parti yönetiminde belirleyici ağırlığını artırmak isteyecektir. Mamafih burası Türkiye, o zamana kadar köprünün altından kimbilir ne sular akar, öngörmek güç...
Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları zamanın ruhuna uyumlu genç bir devlet inşa ediyorlardı. Devrimin kurumsal yapısının temel kazıkları jakoben bir anlayışla çakılıyordu. Hiç şüphesiz Atatürk, cumhuriyetin sürgit otokratik bir parti devleti olmasını hayal etmiyordu. Ülkenin geleceğini “muasır medeniyet” seviyesi olarak belirlemişti.
Ne yazık ki cumhuriyetin oluşturulmuş kurumsal yapısı Atatürk’ten sonra demokrasiye mesafeli kalmayı kendi varlık sebebi saydı. Çok partili hayata geçiş sadece bir demokrasi dekoruydu. Ankara, 60’lı yıllarda, her durumda siyaseti teslim alan bir güce dönüşmüştü, Merkezi düzen; temel konularda karar verici konumuyla, seçilmiş iktidarı pasifleştirerek, onları dar bir alana sıkıştırıyor, özlenen “özgür toplumu” başka baharlara erteletmeyi, temin ediyordu.
CHP, aklı tek parti döneminde kalmış haliyle, bürokrasinin “perde arkası” destekçisi olarak algılanıyordu. Ancak bu konforlu pozisyon bitti. Bürokrasi ise mecburen saf değiştirerek varlığını yeni iktidar üzerinden sürdürme yolunu seçmişti. Kendini kurucu iradenin temsilcisi gören CHP artık devre dışıydı.
İşte bu noktada; “tembel” CHP’den nihayet seçmeni kazanmaya yönelik bir iştahlanma beklenmeliydi. Nitekim bu hevesi Mayıs 2023 seçimlerinde ilk defa ciddi manada gösterdiler.
Ancak ne zihni hazırlıkları, ne de dinamik ve disiplinli parti örgütleri vardı. Tek parti döneminin olumsuz bagajı hala tazeliğini koruyordu. Haliyle “akla ziyan” ilkesizliklerle savruldukça savruldular ve kendilerine kredi açmaya hazır kitleleri bermutat ikna edemediler. Beklenirdi ki; böylesi bir ağır seçim yenilgisi sonrasında bir “özeleştiri” yaparlar, silkinirler ve yepyeni bir kadro ve çağdaş bir değişim programıyla küllerinden doğmaya çalışırlar.
Tabii ki bunların hiçbiri olamadı. Daha kötüsü; hantal ve köhnemiş yapı şimdilerde “koltuk savaşı” yapıyor. Her şeye rağmen CHP “ümitsiz vaka” haline gelmemeli. Bir cumhuriyet değeri olan bu parti çoktan çağdaş bir sosyal demokrat oluşum haline dönüştürülmeliydi. Umarız bu gecikmiş projeyi hayata geçirirler.
Bu çok önemli tarihe yönelik daha fazla heyecan ve hazırlık göstermeliyiz sanki...
Hiç şüphesiz o gün yine görkemli bir kutlama olacaktır.
Ama sözünü ettiğimiz başka bir şey.
Bir coşku, kabaran duygular...
Kendini seküler olarak tanımlayan kesim Mayıs 2023 seçimlerinden sonra ülke genelinde yılgınlığa varan bir boş vermişlik içinde, bozulan morallerini toplayamıyorlar.
Muhafazakârlar; her ne kadar şimdilerde daha bir farklı değerlendirseler de, geçmişten gelen ezberleri yüzünden 100. yıla zihnen mesafeliler.
Kürtler başta olmak üzere sindirilmiş kesimler; bir türlü çözümlenemeyen temel insan hakları ile ilgili sorunlar yüzünden hep tedirgin, hep mutsuzlar.
KANGREN
KEMAL Kılçdaroğlu’nun itibarı çok sayıda kanaat önderine göre ‘kangren’ olmuş durumda. İl, ilçe yönetimleri, her seviye belediye başkanları, meclis üyeleri... Hemen herkese kendini dayatarak aday gösterilme karşılığı ‘rehin’ aldığına dair bir izlenim doğdu.
Görevlendirme konumunu, karar verici gücünü; bir eksiklenmeye girmeden kullanıyor.
Biata zorlanan partili zevat şimdi susuyor ama seçim sonrası genel başkana kazan kaldırılması sürpriz bir gelişme olmaz. Esasına bakarsanız asla etik dışı olarak da değerlendirilemez.
Doğuştan hafif zihinsel engeli vardı. Pamuk balyalarını el arabası ile taşırken şarkılar söyler, sonunu hep “kaf-kaf” çekerek tamamlardı. Mustafa’yı sonraki zamanlarda Karşıyaka’da tanımayan, bilmeyen, sevmeyen olmadı. Saflığın ve içtenliğin sihirli gücünün insani ilişkilerde ve toplum hayatında bir tek kişi üzerinden bile ne denli tedavi edici olabileceğini Mustafa’nın kişiliğinde yaşıyorduk. Mustafa Karşıyaka’da her daim saygı ve sevgi gören ve şefkatle kucaklanan bir melek olarak el üstünde tutuluyordu.
Onu özleyeceğiz, huzur içinde uyu büyük Karşıyakalı.
-----
RASYONALİTE IŞIĞI YANDI
MERKEZ Bankası gösterge faizini yüzde 25’e yükseltti. Enflasyon bu rakamların hayli üstünde olmasına rağmen bu durum rasyonaliteye dönüş kararlılığı olarak değerlendirdi. Tabii ki eylül ve sonraki aylarda Merkez Bankası’nın faiz politikası izlenmeye devam edilecektir.
24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Antlaşması genç devletimizin kuruluş tapusudur.
29 Ekim’de Cumhuriyet ilanı rejimimizi de belirlemiştir. Devletimizin adı ‘Türkiye Cumhuriyeti’ olmuştur.
Takribi 700 yıl süren Osmanlı İmparatorluğu sonrasında nihayet Anadolu’da ‘Türk’ isminin telaffuz edildiği bir devlet kurulmuştur.
Osmanlı döneminde ‘Türk’ kavramı sahiplenilen bir değer değildi.
‘Etrak-ı bi idrak’ diye bir ifade söz konusuydu.
‘İdraksız Türkler’ manasına gelen bu tabir, daha ziyade göçebe halinde yaşayan ve genellikle avamdan olan bazı Türkmenler ile isyankâr Celâliler için kullanılmıştır.
Bu yaklaşımlar hayat pratiklerimizin ışığında tartışmaya açıktır. Böylesi kritik görevlere talip olanların asgari birikim ve deneyim sahibi olmasında çok açık bir kamu yararı vardır. Özellikle belediye başkanlığı türü icrai kamu yöneticiliği “acemi nalbant” misali “ağır ağır” öğrenilecek makamlardan değildir. Yanı sıra; bir “ürkek tavşan” tutumuyla, mevzuat hazretlerini gerekçe göstererek kenti kilitliyor olmak, insanların asgari konforundan “çalmak”, hatta “ızdırap” yüklemek manasındadır.
Pek tabi bu durumun aksi olarak “frensiz hizmet aşkıyla” (?), kırıp döken bir iş anlayışı da kabul edilemez.
Esasında, tıpkı “Kaymakamlık” görevi gibi, belediye başkanlığının da bir “kariyer mesleği” olması gerekirdi.
İyi bir “şehir plancısı, mimar, mühendis” bakış açısı, hani olmadı, böylesi birikimlerden istifade edebilme kaliteleri olan, finanstan, hesap kitaptan anlayan, dünya örneklerini bilen, siyaseti bir meslek olarak algılamayan, başkanlık anlayışını kalıcı ve sürdürülebilir bir vizyonla yoğuran, becerikli ve rasyonel bir başkan profilinden söz ediyoruz. Tabii ki bu özelliklere haiz sınırlı sayıda yöneticiler de var. Ancak burada “kahir ekseriyetten” söz ediyoruz.
Bu amaçla her önüne gelenin başkanlığa heveslenmesini önleyecek bir temel düzenleme, öncelikli olarak tüm bu handikapların büyük ölçüde müsebbibi olan “Siyasi Partiler Kanunu’nda” yapılmalı. Bugün bu ülkede “siyaset” bir geçim ve zenginleşme vasıtası olarak “vasatların” kümeleştiği bir alan. İstisnasız her siyasi parti; bir vasıfları olmadığı halde parti üyeliğinde kıdemlenmekten “yarar” uman ve maalesef “sonuç” elde edebilen insanlarla dolu. Kaldı ki bahse konu “siyaset esnafları” bu durumu kendilerine hak görüyorlar. Dışarıdan nitelikli birileri çemberi delmeye kalksa; “bu partiye yıllarca emek verenler dururken” şablonuyla, arsızca sindiriliyor.
Yaşadığımız iklim krizleri, eriyen buzullar, karbon ayak izleri ve binlerce ekolojik işaret, yaşlı gezegenimizin artık hoyrat ve akılsız tutumlarla taşıyamayacağını, adeta gözümüzün içine sokarak, kafamıza vurarak, hissettiriyor. Bu kötü gidişe karşı duyarlı insanların çığlıkları yeni yeni karşılık bulmaya başladı.
Ancak karar verici konumda olanlar hala işi ağırdan almayı, bu yolla hesapta kendi ülkelerine avantaj sağlamayı, marifet belliyor. Oysa herkes aynı ‘kader fanus’unda. Doğaya karşı sevgi ve saygının en az olduğu ülkelerden biri de maalesef Türkiye. Doğanın milyonlarca yılda oluşturduğu ‘muhteşem denge’ ekonomik gerekçelerle kolaylıkla feda edilebiliyor. Onun sunduğu her güzelliğin, geçmişten geleceğe tüm insanlığın ortak değeri olduğu umursanmıyor.
İnsan evladı artık şunu idrak etmeli; “Ey Eşref-i Mahlûkat, sen dünyanın akıllara seza uyumunda asla bir ÖZNE değilsin. Aksine tüm bir ekosistemde haddini bilmesi gereken bir zerre ve tıpkı bir kuş, bir çam fidesi gibi, o şahane bütünlüğün bir parçasısın. Bu memlekette materyal getiri uğruna; siyanürlü altın ve kömür madenleriyle, sonsuza kadar vazgeçilen Kaz Dağları ve Akbelen’lerle, dağa, taşa, kuşa, balığa... haksızlık edemezsin. Mademki tüm canlılara örnek olarak yaratılmış Eşref-i Mahlûkat’sın, varlık zeminine duyarsızlığını sonlandırmak, aynı zamanda seni yaratmış olana karşı bir vecibendir.”