Paylaş
Bunlar sırasıyla Eskişehir, Balıkesir, Ankara Mürted (Akıncı) ve Malatya Erhaç ana jet üsleriydi. Her bir üste nükleer kabiliyetli birer filo (önce F-100’ler ve daha sonra F-104’ler) bu göreve tahsis edilmişti. Nükleer nöbet, genellikle her bir filodan dört pilotun muhtemel bir nükleer görev emri halinde hemen nükleer başlıklarla havalanacak şekilde -24 saat aralıksız- hazır beklemesini gerektiriyordu.
Nükleer nöbet sırasında, yan odada bir de ABD’li nöbetçi subay nöbet tutuyordu. Onun işlevi, nükleer görev emri çıktığında ABD Başkanı’ndan gelecek nükleer kodları bu başlıklara girmekti. Uçakların taşıyacağı bombaların aktive olabilmesi, yani nükleer yetenek kazanabilmesi ancak Beyaz Saray’dan bu kodların gelmesine bağlıydı.
Her üste küçük bir ABD birliği görev yapıyordu. Nükleer başlıkların saklandığı depolardan sorumluydular.
*
Bu milli üslere ek olarak ayrıca Adana’daki İncirlik Üssü’nde de nükleer başlıklar bulunuyordu. İncirlik’in statüsü biraz farklıydı. Milli üslerde nükleer misyonlar için doğrudan Türk pilotları görevlendirilirken, İncirlik Üssü’nde başlıkları taşıyacak olan ABD savaş uçaklarıydı.
Sonuçta bu kapasitesiyle Türkiye NATO’nun nükleer caydırıcılığında çok kilit bir işlev üslenmişti. NATO’nun Sovyetler Birliği ve diğer Varşova Paktı ülkelerine karşı uçaklar üzerinden devreye sokabileceği nükleer yeteneklerinde ittifakın güney kanadındaki en önemli merkezdi.
Neyse ki korkulan nükleer savaş hiçbir zaman çıkmadı. Balıkesir, Eskişehir, Erhaç ve Mürted’de yıllarca nükleer nöbet tutan Türk savaş pilotlarının hiçbir zaman bir nükleer görev emriyle havalanmaları gerekmedi. 1990’lı yılların başında Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte yapılan yeni tehdit değerlendirmelerinde Türkiye’deki milli üslerde atom başlığı bulundurulmasına ihtiyaç olmadığına karar verildi. Bunun sonucu dört milli üsteki nükleer başlıklar kademeli bir şekilde kaldırıldı, nükleer nöbetler de son buldu.
*
Doktrindeki bu temel değişikliğin tek istisnası İncirlik’teki nükleer başlıkların korunması kararı oldu. Bu durumda Türkiye toprakları üzerindeki nükleer caydırıcılık işlevi olduğu gibi İncirlik Üssü’ne kaldı. Buna karşılık üssün statüsünde bir değişiklik meydana geldi. Geçmişte İncirlik Üssü’nde İspanya’daki Torrejon üssünden rotasyonla gelen belli sayıda ABD savaş uçağı düzenli bir şekilde hazır tutulurken, zaman içinde bu rotasyon sistemi kalktı.
Ancak nükleer başlıklar İncirlik’teki depolarda kaldı. Hatta basına sızan haberler doğruysa, bu başlıklar modernize de edildi. Bir başka anlatımla, ABD, bir büyük gerilimin ortaya çıkması halinde İncirlik’e kolaylıkla kaydırılabileceği savaş uçaklarıyla gerektiğinde buradan nükleer silah kullanabilme yeteneğini elinde saklı tuttu. Tutmaya da devam ediyor. Bu düzenleme, kuşkusuz Türkiye ile ABD arasında var olan bir mutabakata dayanıyor. Son tahlilde İncirlik bir Türk üssü olduğu için, Türkiye bu başlıklara ev sahipliği de yapmış oluyor.
İş operasyonel bir aşamaya gelirse sistem nasıl işleyecektir? Burada eskiden beri Türk yetkilerinin vurguladıkları husus, bir tür ‘çifte anahtar’ sisteminin işlemesidir. Bu sistemde başlıkların depolardan çıkartılıp uçaklara yüklenmesi, uçağın pistten kalkıp uçuşun gerçekleşmesi Türk tarafının iznini gerektiren prosedürlere bağlıdır.
Bu açıdan bakıldığında, İncirlik Üssü’nden bir nükleer misyonun gerçekleştirilebilmesi, ABD Başkanı’ndan kodların gelmesinin yanı sıra Türkiye’deki siyasi otoritenin de bu operasyonun yapılabilmesine ev sahibi taraf olarak olurunu bildirmesiyle mümkündür.
*
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’nin kendi nükleer başlıklı füzesine sahip olması gerektiği şeklindeki sözlerinin yol açtığı tartışmaları değerlendirirken, bir çerçeve oluşturması açısından Türkiye’nin 1960’lar sonrasındaki nükleer tarihini ve bugünkü durumu çok kısa bir şekilde özetlemek istedim.
Kuşkusuz 1962’de ABD ile Sovyetler Birliği arasında patlak veren Küba füze bunalımı sırasında Türkiye’deki Amerikan Jüpiter nükleer füzelerinin durumunun gündeme gelmesi ve bu krizin ardından Jüpiterlerin kaldırılmasının öyküsü bu tarih içinde çok özel bir yer tutuyor ve başlı başına ayrı bir yazı konusudur.
Paylaş