Paylaş
İdlib derken batısında Lazkiye ve Hatay, kuzeyinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kontrolündeki Afrin, doğusunda Halep, güneyinde ise Hama kırsalına komşu olan ve olduğu gibi muhaliflerin kontrolündeki geniş bir bölgeden söz ediyoruz.
TSK, ilkini geçen ekim ayında kurmasından sonraki yedi ay içinde her biri bölük büyüklüğünde olduğu tahmin edilen küçük ölçekli 12 askeri üssü devreye sokmuş bulunuyor bu bölgede.
Haritada da izlenebileceği gibi, Afrin’e bitişik olan kuzeydeki 3 gözlem noktasını saymazsak, kalan 9’unun kuzeyden güneye doğru inen, daha sonra güneybatıya doğru kıvrılarak Yayladağı’na kavuşan bir yay çizdiğini görüyoruz.
Varılan üçlü mutabakata göre Türkiye, rejimle muhalifleri ayıran sınır çizgisinin içte kalan, muhaliflerin sahasındaki gözlem noktalarını kurdu. Mutabakat çerçevesinde, Rusya ve İran’ın da sınırın karşısında rejim bölgesinde kalan tarafında benzer gözlem noktaları tesis etmeleri gerekiyor.
Sonuçta karşılıklı olarak sınırı iki taraftan cepheleyen bu gözlem noktaları, muhalifler ile Esad rejimine bağlı güçler arasında ‘yeşil hat’ benzeri bir güvenlik koridoru oluşturacak.
Anadolu Ajansı, geçenlerde geçtiği bir haberde TSK’nın intikalinin sona ermesinin ardından Rus güçlerinin de gerginliği azaltma bölgesinin dış kısmında, yani sınırın dışındaki rejim bölgesinde “konuşlanmasının beklendiğini” bildirdi. Bu haberden, Rusya’nın gözlem noktalarının tesisini henüz tamamlamadığını anlıyoruz. İran’ın kuracağı gözlem noktaları konusunda bu aşamada sahadan gelen somut bir bilgi yok.
Türk ordusunun İdlib’de yürütmekte olduğu görevin, bugüne dek üstlendiği en riskli, en önemli sınır ötesi harekâtlardan biri olduğunu söyleyebilmek mümkün.
Bu ölçüde bir sorumluluğun yüklenilmesi bir dizi soruyu da kamuoyunun ilgi alanı içine sokuyor.
Bu sorulardan birincisi, Esad rejimin önümüzdeki dönemde İdlib bölgesindeki muhalif gruplara saldırma ihtimaliyle ilgilidir. Rejimin Şam, Hama ve Humus’un çevresini muhaliflerden ‘arındırmasından’ sonra, buradan gönderilen cihatçı unsurlar aileleriyle birlikte büyük ölçüde İdlib’e ve ayrıca Türkiye’nin kontrolündeki Fırat Kalkanı bölgesine geçiş yapmıştır. İdlib’in nüfusu aldığı iç göçle 3 milyona yaklaşmaktadır. Nüfusun neredeyse yarıya yakın bölümü savaş nedeniyle yerinden edilmiş, buraya sığınmış topluluklardır.
Şam ve kuzeyinde muhalif unsurlarına dönük operasyonlarını önemli ölçüde tamamlayan Esad rejimi, bu kez İdlib’i -muhaliflerden arındırmak amacıyla- bölgeye dönük bir harekâta girişebilir mi? Böyle bir harekât Türkiye ile Esad rejim güçlerini karşı karşıya getirme potansiyeli taşıyacaktır.
Paralel bir sorun, rejimle muhalif grupların İdlib’de çatışmasının buradan Türkiye’ye doğru bir göç dalgasını tetikleyecek olmasıdır. Bu, zaten 3.5 milyon dolayında Suriyeli mültecinin sorunlarıyla baş etmeye çalışan Türkiye’nin karşılaşmak istemediği, bu çerçevede caydırmak istediği sıkıntılı bir senaryodur.
Bu noktada Rusya’nın ve İran’ın Astana mutabakatı çerçevesinde Esad rejimini engellemeleri, böyle bir saldırıdan vazgeçirmeleri gerekiyor.
Özellikle Rusya’nın kuracağı baskıya rağmen Esad rejiminin kendi başına hareket etme ihtimalini bir tarafa not etmekte yarar var.
Gelelim çok hassas bir başka meseleye. İdlib’deki temel sorun, burada üslenmiş muhalif gruplar içinde El Kaide’nin Suriye kolu olan Heyet Tahrir Üş Şam’ın (HTŞ) başat aktör olmasıdır. İdlib’de üstlenilen sorumluluk, kaçınılmaz olarak Türkiye ile HTŞ arasındaki ilişkinin nasıl seyredeceği sorusunu gündeme getiriyor.
Aslına bakıldığında, Türkiye’nin askeri gözlem noktaları üzerinden İdlib’deki varlığı ve Rusya ile İran’ın benzer yükümlülükleri, Esad rejimini caydırabildiği ölçüde HTŞ’nin de nefes alabilmesi sonucunu yaratıyor. Ancak HTŞ’nin BM Güvenlik Konseyi kararlarında Suriye’deki terör örgütleri arasında sayılıyor olması ortaya çıkan açmazın bir başka boyutunu oluşturuyor.
Ayrıca, sınırın yanı başında El Kaide uzantılarıyla komşu olarak yaşayacak olmanın yaratacağı sorunlarla nasıl baş edileceği sorusu, uzun dönemli baş ağrıtıcı bir meseleyi de Türkiye’nin önüne getiriyor.
Paylaş