Paylaş
Bir taraftan da projektörlerimizi sahada sıcak çatışmaların yaşandığı Libya’ya doğru çevirmiştik. Son iki ay boyunca kıta sahanlığı meseleleri üzerine Türkiye ile Yunanistan’ın donanmalarının Doğu Akdeniz’in ortasında birbirini cephelediği sıcak bir yaza tanıklık ettik.
Derken dikkatlerimizi bu kez Kafkasya’ya, Ermenistan ile Azerbaycan arasında Dağlık Karabağ anlaşmazlığı üzerinden patlak veren çatışmalara çevirmiş bulunuyoruz.
Sovyetler Birliği’nin 1991 sonunda dağılmasından sonra ortaya çıkan ve otuz yıla yakın bir süredir çözümsüz duran Dağlık Karabağ sorunu birden alevlenerek sıcak bir kriz konusu halinde uluslararası politikanın gündemine girmiştir. Tabii meselenin önemli bir faktörü olarak Türkiye’yi de kriz denkleminin içine çekerek...
BM’NİN TAM 4 KARARI VAR
Aslında uluslararası kamuoyunun büyük ölçüde habersiz olduğu, çözümü konusunda sorumluluk üstlenmiş olan aktörlerin de genellikle kayıtsız kaldıkları bir sorundan söz ediyoruz. Temelinde Azerbaycan sınırları içinde yer alan Karabağ bölgesindeki Ermenilerin ayrılıkçı bir hamleyle bağımsızlıklarını ilan etmiş olmaları yatıyor. Karabağ, Ermeni grupların 1990’lı yılların başlarında sahada önemli kazanımlar elde ettikleri, binlerce insanın hayatını kaybettiği sıcak çatışmalardan bu yana işgal altındadır.
Bu çatışmalarda 1 milyonu aşkın Azeri’nin Karabağ’ı terk etmek zorunda kalıp ağırlıklı olarak Bakü civarı olmak üzere Azerbaycan’ın muhtelif bölgelerine dağılıp çok sıkıntılı koşullarda yaşamak zorunda kalmış olması, uluslararası camianın geçen on yıllar içinde seyirci kaldığı bir konudur.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nden 1993 yılında savaşın sahadaki seyrine paralel bir şekilde Karabağ’ın “işgal edildiğini” belirten, Ermeni birliklerinin geri çekilmesi suretiyle işgale son verilmesini talep eden dört ayrı karar çıktığı (BMGK karar No: 822, 853, 874, 884) da benzer şekilde bugün çok az bilinen bir gerçektir.
ÇÖZÜMSÜZLÜK BİRÇOK AKTÖRÜN İŞİNE GELDİ
Karabağ sorununun çözümü 1992 yılından bu yana Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) bünyesindeki ‘Minsk Grubu’ olarak adlandırılan Türkiye dahil 13 ülkenin yer aldığı bir mekanizmaya zimmetlenmiştir. Rusya, ABD ve Fransa olmak üzere üç eşbaşkanı bulunan bu grubun bünyesinde bir dizi çözüm formülü üretilmiş olmakla birlikte, bunların hiçbiri hayata geçirilememiştir.
Minsk Grubu’nun girişimlerinin bugüne dek genelde nafile bir çaba olarak algılandığını belirtmek hata olmaz. Hepsi kendi çıkarlarını gözetmek çabasında olan eşbaşkanların ne ölçüde ahenkli bir ortak çaba sergileyebilecekleri zaten tartışmalıdır. Galiba sorunun bu şekilde dondurulması dıştaki birçok aktörün işine de gelmiştir. Çözümsüzlük, kendi pozisyonlarını daha yerleşik ve kalıcı hale getirdiği için Ermeni tarafının özellikle işine yaramıştır.
Ancak sinir uçları açıkta duran bir sorunu dondurmanın meselenin yeniden alevlenmesini önlemeye yetmediğini son hadiselerde herkes görmüş olmalıdır.
AZERBAYCAN’IN ÖZGÜVENİ
Üstelik bu kez Karabağ denkleminde yeni unsurlar var. Bir kere, Azerbaycan 1990’lı yılların başlarında devletleşme sürecinde emeklerken Karabağ’da savaşa hazırlıksız yakalanan ülke değil bugün. Özellikle petrol ve doğalgaz gelirlerinin yardımıyla kendisini toparladıktan sonra savunma alanında ciddi hamleler gerçekleştiren, Rusya’dan, İsrail’den ve Türkiye’den yaptığı alımlarla kuvvetli bir askeri güç geliştirmiş olan bir ülke. Bunun getirdiği özgüvenle hareket ediyor. Son çatışmalarda Ermenilerin kontrolündeki bazı yerleşimlerin geri alınması Azeri ordusunun sahada önemli bir operasyonel yetenek kazanmış olduğuna işaret ediyor.
Türkiye’nin de yaptığı muhtelif açıklamalarla ve sahada attığı adımlarla Azerbaycan’a sağlam bir destek verdiği ortada. Ağustos ayının başında Azerbaycan’da yapılan, Türkiye'den gelen F-16'ların da uçtuğu Türkiye-Azerbaycan ortak askeri tatbikatının büyük bir gövde gösterisi şeklinde geçtiği hatırlarda. Kuşkusuz, bu tatbikatta en kritik mesaj Ermenistan’a gidiyordu. Türkiye bu tatbikatı gerçekleştirerek uluslararası camianın önünde Azerbaycan’ı koruma konusunda kuvvetli bir taahhüt sergiledi.
Türkiye, ayrıca bir süredir izlediği ‘bölgesel askeri aktivizm’ politikası çerçevesinde çıkarları söz konusu olduğunda sınırları dışındaki anlaşmazlıklara müdahil olmak konusunda çekingen davranmadığını birçok krizde göstermiştir.
KREMLİN FAKTÖRÜNE DİKKAT
Buna karşılık, Kafkasya ile ilgili hangi değerlendirmeyi yaparsak yapalım gerçekçi bir şekilde Kremlin faktörünü denklemin önemli bir ağırlık merkezine yerleştirmek durumundayız. Rusya, Kafkasya’yı eskiden beri ‘arka bahçesi’, kendisini de bu bölgenin başat oyuncusu olarak görüyor.
Üstelik Rusya bu çatışmaya taraf olan her iki ülkeyle de yakın ilişkiler içinde. Türkiye, Ermenistan’la ilgili belli riskler aldığı takdirde, Rusya’nın ikili anlaşmalar çerçevesinde bu ülkede askeri üsler bulundurduğunu, hatta Ermenistan’ın Türkiye ve İran’la olan sınırlarını bizzat koruduğunu hesaba katması gerekiyor. Rus ordusunun güney bölge sahasında daha geçen hafta icra ettiği bir askeri tatbikata Ermenistan ordusunun da katılmış olması bu noktada hatırlatılabilir.
Sonuçta çatışmaların seyri içinde Rusya’nın kendi çıkarları yönünde belirleyici bir rol oynamak arzusuyla kuvvetli bir şekilde devreye girmesine kimse şaşırmayacaktır. Muhtemeldir ki, birçok aktörün de sahneye çıkacağı çok yönlü bir uluslararası diplomasi seferberliği de Rusya’nın yapacağı hamlelerle eşzamanlı bir şekilde yürüyecektir.
TÜRK-RUS DİYALOĞU YENİDEN BASINÇ ALANINDA
Ancak diplomasi devreye girerken temel bir açmaz var. Minsk Grubu’nun yeniden sahneye çıkmasıyla sonuçsuz kalmış eski egzersizlerin bir kez daha ısıtılmasıyla bir yere varılacağı şüphelidir. Her halükârda bazı yeni fikirlerin devreye sokulması gerekecektir. Ancak, bu fikirler sahadaki yeni durumu da dikkate almalıdır.
Kafkasya’da risklerin çok yüksek olduğu, dizginlenemediği takdirde yayılma potansiyeli barındıran ucu açık bir çatışma dönemine girilmiştir. Ateşkesin hangi aşamada ilan edilebileceğini, bu noktaya kadar sahadaki gelişmelerin nasıl bir seyir izleyeceğini, Karabağ’da 1993-1994’te sahada ortaya çıkan statükonun ne kadar değişeceğini, daha doğrusu yeni statükonun nasıl şekilleneceğini bugünden bilebilecek durumda değiliz. Tek bildiğimiz, son hadisede Azeri tarafının bu aşamada sahada üstünlük pozisyonuna geçmiş olmasıdır.
Yeni statükonun kazanacağı görüntüde kuşkusuz Rusya ve Türkiye gibi aktörlerin tutumu da belirleyici olacaktır. Türkiye ile Rusya arasındaki siyasi diyalog zaten Suriye ve Libya krizlerinin basıncı altındadır. Kafkasya’daki gelişmeler bu diyaloğu yeni bir basınç alanının içine sokmuştur. Bu krizin nasıl idare edileceği Türkiye ile Rusya açısından yeni ve zorlu bir sınavın konusudur.
Paylaş