Paylaş
Ziyaret sırasında gerek kapalı kapılar ardında yürütülen görüşmelerde, gerek basın önünde yapılan açıklamalarda Avrupa Konseyi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve bu sözleşmenin uygulamasını denetleyen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) geniş bir yer tuttu.
Nitekim Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, bu durumu Cumhurbaşkanı Erdoğan’la görüşmesinden sonra da açık bir dille kayda geçirerek, “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne bağlı kalınmasının çok önemli olduğunu hatırlattım. Türkiye’nin bu sözleşmeye bütünüyle, tamamen, her bakımdan eksiksiz bir biçimde taraf olarak kalmasını diliyorum, çünkü bu kimliğinin bir parçası...” diye konuştu.
*
Macron, bu beklentisini geçen ekim ayı sonunda Strasbourg’da Avrupa Konseyi merkezi ve AİHM’ye yaptığı ziyaret sırasında da kuvvetli bir şekilde ifade etmişti. Dikkat çekici olan, Macron’un Türkiye’de sözleşmenin ve mahkemenin meşruiyetini sorgulayan bir eğilimin varlığından rahatsızlık duyduğunu da dile getirmesiydi. Nitekim, aynı temayı geçen hafta Erdoğan’ın yanında tekrarlamaktan geri kalmadı ve “Bazılarında Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne bağlılığı konusunda şüphelerin bulunduğunu” söyledi.
Bu açıklamalardan Fransız karar vericilerinde Türkiye’nin AİHM sistemine dönük taahhütleri konusunda bazı soru işaretlerinin yerleşmiş olduğunu anlıyoruz. Türkiye’de 15 Temmuz’dan sonra olağanüstü hal rejimi altındaki bir dizi uygulamanın bu soru işaretlerini arttırdığını söylemek mümkündür.
Bu alandaki kaygılar, aslında Avrupa Konseyi ve AİHM’nin oluşturduğu sistemin bugün itibarıyla Türkiye’nin Avrupa’da “demirlemiş” durumda kalması açısından en önemli kurumsal çerçeve olmasıyla da yakından ilgilidir. Çünkü, Türkiye’nin bu sisteme olan taahhütlerinden uzaklaşması, “demirin gevşemesi” sonucu Avrupa’dan kopması anlamına gelecektir.
Böyle bir ihtimal, öyle anlaşılıyor ki, şu an itibarıyla Avrupa cephesinde kimsenin göze almak istemediği bir durumdur.
*
AB sürecinin Türkiye üzerindeki etki marjı iyice daralırken, Avrupa Konseyi sistemi özellikle insan hakları, basın özgürlüğü ve demokratikleşmeyle ilgili sorunlar üzerinde Türkiye ile diyaloğun yürütülebileceği, beklentilerin iletilebileceği ana merkez olarak beliriyor.
Macron da zaten özellikle basın özgürlüğü konusunda Türkiye’ye yönelttiği kuvvetli eleştirilerini büyük ölçüde Avrupa Konseyi sistemi taahhütlerine uygunluk meselesi olarak takdim ediyor. Sözleşmenin ifade özgürlüğüne ilişkin hükümleri ve AİHM’nin sözleşmeyi yorumlayarak bu başlıkta geliştirdiği içtihatları, Türkiye’nin de mutlak bir şekilde uyması gereken bağlayıcı bir yükümlülük alanı oluşturuyor.
Bu bağlamda tutuklu gazetecilerin ya da Osman Kavala gibi sivil toplum liderlerinin durumu her seferinde Türkiye’nin var olan kurumsal yükümlülükleri bağlamında Türk Hükümeti’nin önüne getiriliyor.
*
Avrupa Konseyi 1949 yılında kurulduğunda, Türkiye bu örgütün kurucu üyeleri arasında yer almıştır. Türkiye, ardından 1987 yılında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin denetimi çerçevesinde vatandaşlarının AİHM’ye bireysel başvuru hakkını kabul etmiştir. Bunu, Türkiye’nin 1989 yılında AİHM’nin zorunlu yargı yetkisini kabul etmesi izlemiştir. Bir başka anlatımla, AİHM’nin vereceği kararları uygulamak yükümlülüğünün altına girmiştir Türkiye.
Bir sonraki adım, AK Parti döneminde 2004 yılında gerçekleştirilen bir anayasa reformuyla Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve AİHM kararlarına ulusal mevzuatın üstünde bir bağlayıcılık tanınması olmuştur.
AB ile tam üyelik müzakereleri ilerlesin ya da gerilesin, Türkiye’nin Avrupa Konseyi karşısında bu hukuki çerçeveye oturan yükümlülükleri AB cephesindeki gelişmelerden etkilenmeden devam ediyor.
Sonuçta Avrupa Konseyi, Sözleşme ve AİHM’den oluşan Strasbourg sistemi, bugün itibarıyla Avrupa ile Türkiye arasındaki ilişkiler açısından en önemli kurumsal güvence olarak beliriyor. Türkiye açısından Avrupa cephesinde ibrenin artık Brüksel’den daha çok Strasbourg’a kaydığını söyleyebiliriz.
Paylaş