Paylaş
İki ihtimal var. Birincisi, kendisinin bir şekilde kaçırılmış olduğudur. Ancak bu, artık zayıf görülen ihtimal.
Kuvvetli olan ikinci ihtimal, Kaşıkçı’nın öldürüldüğü şüphesi üzerinde yoğunlaşıyor. Türk yetkililerinin, mevcut deliller ışığında kendisinin öldürüldüğüne ikna oldukları anlaşılıyor.
Öldürüldüyse, bu kez cesedin ne olduğu sorusu karşımıza çıkıyor. Basit mantık yürütürsek, bu şık altındaki ihtimallerden biri cesedin parçalara bölünüp başkonsolosluktan dışarı çıkarıldığı ve kimsenin göremeyeceği bir şekilde gizlendiğidir; örneğin gömülmesi gibi...
Konsolosluk binasının içinde kimyasal bir işleme tabi tutularak yok edilmiş olması, akla gelen bir diğer yöntemdir.
*
İşte bütün bu ihtimallere dönük pek çok haber, spekülasyon, tartışma günlerdir hem içte hem de dışarıda kamuoyunu, gazeteleri ve sosyal medyayı meşgul ediyor.
Kaşıkçı hadisesinin Türkiye’nin sınırlarını aşarak uluslararası kamuoyunun en önemli meselelerinden biri haline geldiğini söylemek mümkün. Tam olarak aydınlatılmadığı sürece, dünyanın bu dosyaya gösterdiği hassasiyet, sorumluların bulunup cezalandırılması talebi gündemden düşmeyecektir.
Türkiye’nin öncelikle vicdani açıdan bu soruna ilgisini kaybetmek gibi bir seçeneği bulunmuyor. Ayrıca, bir hukuk devleti ise Türkiye’nin kendi toprakları üzerinde işlenmiş bir cinayeti sineye çekmesi düşünülemez. Böylesine hunharca bir cinayetin yaptırımsız kalması, Türkiye’nin dünyadaki algısını, ağırlığını da gölgeler.
ABD yönetimi -bazı yalpalamalarla birlikte- yine de olayın üzerine giderken, Almanya, İngiltere ve Fransa üçlüsü de Suudi rejiminden olayın açıklığa kavuşturulmasını talep etmiştir.
En dikkat çekici çıkışlardan biri Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komiseri Michelle Bachelet’den gelmiştir. Şili’nin eski cumhurbaşkanı olan Bachelet, Türk ve Suudi Arabistan hükümetlerine, gazetecinin “kayboluşu ve muhtemel yargısız infazı hakkında her şeyi ortaya çıkarmaları” çağrısında bulunmuştur. Bachelet, “Süratli, eksiksiz, etkili, tarafsız ve şeffaf bir araştırma yürütülmesini” ve işlenen suçun ciddiyeti karşısında 1963 tarihli ‘Viyana Konsolosluk İlişkileri Sözleşmesi’ çerçevesindeki dokunulmazlıkların askıya alınmasını da istemiştir.
*
Aslında komiserin atıf yaptığı 1963 tarihli Viyana Sözleşmesi, zannedildiği kadar katı bir dokunulmazlık sistemi getirmiyor. Örneğin, 41’inci maddesinde “ağır bir suç halinde” konsolosluk görevlilerinin “tutuklanmaları ve gözaltına alınmalarına” izin veriyor. Konsolosların statüsünde büyükelçilik mensupları gibi mutlak dokunulmazlık geçerli değildir.
Suudi Arabistan Başkonsolosu Muhammed El Uteybi’nin, önceki gün Türkıye’den ayrılması bütün bu tartışmanın ortasında son derece düşündürücü bir gelişmedir.
Başkonsoloslukta Kaşıkçı’nın başına ne geldiyse, her şey onun yetkisi altındaki bir mekânda cereyan etmiştir. Dolayısıyla, El Uteybi bakımından ortaya çıkan bir sorumluluk söz konusudur. En azından tanıklığı, soruşturmayı yürüten savcılık makamının ne olduğunu tam olarak aydınlatabilmesi açısından hayati önemdedir. Viyana Sözleşmesi’nde kendisinin ifadesinin alınabilmesine, hatta gözaltına alınabilmesine engel bir durum yoktur.
*
El Uteybi, Türkiye’den ayrılışıyla birlikte geride izah edilemeyen bir çelişki bırakmıştır. Başında bulunduğu başkonsolosluk mekânı önceki gün bir cinayete ilişkin “kuvvetli şüphe” nedeniyle tam dokuz saat süreyle aranır, dün bizzat konutunda arama gerçekleştirilirken, El Uteybi hadisenin en kritik aktörlerinden biri olarak bu sırada elini kolunu sallayarak Türkiye’den ayrılabilmiştir. Daha doğrusu buna izin verilmiştir.
Bu yönüyle Suudi Başkonsolos’un olayın sırlarıyla birlikte gidişinin herkesin zihninde soru işaretlerini tetiklemesi kaçınılmazdır. Kaşıkçı hadisesinin aydınlatılması ihtiyacı acısından problemli bir durumla karşı karşıyayız.
.
Paylaş