Paylaş
En baştan belirtelim, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın S-400 kararını tek bir faktör ile açıklamak yerine, birden çok düşünce, saik ve siyasi hesabın bileşkesi olan bir hamle olarak görmek gerekiyor.
*
Türkiye 2015 yılı kasım ayında bir Rus savaş uçağını düşürdüğü için bu hadisenin sonrasında Rusya ile ilişkiler ciddi ekonomik sonuçlara da yol açacak şekilde dibe vurmuştu. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 2016 Haziran ayında Rusya lideri Vladimir Putin’e bu konuda gönderdiği mesajla attığı adımdan sonra, S-400 dosyasını ilişkilerin normalleşmesinin önünü açacak bir anahtar olarak da kullanmıştır.
Erdoğan, aynı zamanda Suriye denkleminde siyasi ve askeri anlamda daha geniş bir hareket alanı kazanabilmek için de Rusya ile işbirliğini stratejik bir ihtiyaç olarak görmüştür. S-400 projesi ilişkilerdeki normalleşmeyle birlikte bu işbirliğinin kapısını da aralamıştır. Bugün Suriye konusunda uluslararası alanda başat işbirliği formatı olan, Türkiye, Rusya ve İran’ın bir araya geldiği Astana mekanizmasının 2017’de kurulduğunu unutmayalım. Bu formatın ortaya çıkışıyla S-400 alımının kuvveden fiile çıkması birbirine paralel yürümüş eşzamanlı süreçlerdir.
*
S-400’lerin gelişinden söz ediyorsak, bu gelişmenin Amerikan sisteminin himayesindeki Fetullah Gülen’den kaynaklanan 15 Temmuz darbe girişimi ile olan bağlantısı da vurgulanmalıdır. Bu kalkışma, Erdoğan’ın tehdit algılarını köklü bir şekilde sarsmış, tehdit sıralamasında ABD’nin yerini yukarı doğru çekmiştir. Aslında 2020 ilkbaharı için tasarlanan S-400’lerin teslimatının darbe girişiminin 15 Temmuz’un üçüncü yıldönümüne denk gelecek bir zamanlamayla öne alınması, Erdoğan açısından -bu darbede taşıdığını düşündüğü sorumluluk nedeniyle- ABD’ye verilen bir yanıt da olmaktadır.
Buradaki tehdit algısını, ABD’nin PKK’nın uzantısı YPG’yi IŞİD’e karşı Suriye’de müttefiki seçerek askeri açıdan güçlü bir ordu haline getirmesinin Ankara’da yarattığı kaygılarla, ABD’nin Fırat’ın doğusunda bir Kürt devleti kurmak istediği yolundaki tehdit okumasıyla birleştirmek gerekiyor. Erdoğan’ın Suriye konusunda “Tehdit öncelikle stratejik ortaklardan geliyor” şeklindeki sözleri (NTV, 21 Nisan 2018) bu bağlamda hatırlatılabilir.
*
S-400 kararını değerlendirirken, Erdoğan’ın zihninin gerisinde Batı’ya bakışının izlerini de pekâlâ hesaba katabiliriz. Siyasete katıksız bir ‘Milli Görüşçü’ olarak başlayan Erdoğan’ın dünya görüşünün şekillenmesinde Batı’ya dönük çatışmacı bir bakışın belirleyici olduğunu söylemek hata olmaz. Siyasi söyleminde kendisini Batı ile bir hesaplaşma içinde konumlandırdığına işaret eden “Ey Batı...” diye başlayan çıkışlarına bugün de zaman zaman rastlayabiliyoruz.
Erdoğan’ın, ilk parti S-400’lerin parçalarını taşıyan Rus askeri kargo uçaklarının Ankara’daki Mürted Üssü’ne inmeye devam ettiği bir sırada 14 Temmuz günü gazete ve TV kanalları yöneticileriyle düzenlediği sohbet toplantısında bu alımı gerekçelendirirken kullandığı şu ifadeler aslında düşünce dünyasında Batı’ya bakışını anlamak açısından dikkat çekicidir:
“Batı ittifakı ile kurduğumuz siyasi ve askerî paktlara rağmen, en büyük tehditleri yine onlardan gördüğümüz bir gerçektir. Bu siyasidir, bu ekonomiktir, bu kültüreldir, her anlamda... Soğuk Savaş döneminde uzunca bir süre Sovyetler Birliği’ne karşı ileri garnizonluk yapmış olmamız dahi, bizi bu tehditlerden korumaya yetmemiştir...”
Erdoğan’ın S-400’lerin alınmasının anlamını anlatmak için düzenlediği bir sohbette Batı’ya dönük bu tehdit algısının birden karşımıza çıkması yeteri kadar açıklayıcıdır. Aynı toplantıda “Tarihimizin şu anda en önemli anlaşması, S-400 anlaşmasıdır” şeklindeki sözleri de aldığı bu kararı ne kadar merkezi bir konuma yerleştirdiğinin bir diğer göstergesidir. Belli ki, bu sistemi Türkiye’nin gücünün önemli bir parçası olarak değerlendiriyor.
*
Bütün bu yönleriyle birlikte ele aldığımızda, Cumhurbaşkanı’nın S-400’leri -Türkiye’yi NATO ve Batı sistemi içinde tutmakla birlikte- dış politikada girdiği ve sürdüreceği yeni yönelişlerin bir sembolü olarak da gördüğü anlaşılıyor. Bu haliyle S-400’lerin siyasi açıdan taşıdığı sembolizmin belli ölçülerde askeri yönünden daha ağır bastığını düşünebiliriz.
Erdoğan’ın Rusya ile bu ölçüde bir yakınlaşmaya girerek Batı’nın, özellikle ABD’nin karşısında elini yükseltmeye çalıştığı söylenebilir. Cumhurbaşkanı muhtemeldir ki, Amerika’nın son tahlilde -S-400 almış olsa bile- Türkiye’yi Rusya’ya tümüyle kaybetmek istemeyeceği, bu nedenle gözden çıkaramayacağı, sonuçta bu durumun kendisine ikisi arasında bir manevra alanı açacağını hesaplıyor.
Ancak ABD ile Rusya arasında son derece kritik bir jeopolitik hat üzerinden yürütülen bu hamlenin hafife alınmayacak belli riskler de içerdiğini görmezden gelemeyiz.
*
Her halükârda ortaya çıkan tablo Türkiye’nin stratejik kimliğiyle ilgili bir paradoksa da işaret ediyor. Paradoksun birinci boyutunda Türkiye’nin NATO kimliği yer alıyor. Çünkü Türkiye NATO içinde kalarak, NATO bildirilerine imza atarak Rusya’yı ittifakın öncelikli tehdidi olarak görmeye devam ediyor. Aynı zamanda Rusya’dan kaynaklanabilecek tehditlere karşı NATO’nun nükleer koruma şemsiyesi altında yer alıyor, İncirlik üssünde Amerikan nükleer başlıkların bulunmasına izin veriyor.
Şimdi paradoksun ikinci boyutuna gelelim. Bir NATO müttefiki olarak Türkiye’nin Rusya karşısında üstlendiği bütün kritik rollere karşılık, Ankara’daki karar vericilerin tehdit algılarında Batı’dan, özellikle ABD’den kaynaklandığı düşünülen tehditlerin işgal ettiği yer giderek genişliyor, sıralamada yukarı doğru çıkıyor. Ve Türkiye, kısmen bu tehdit değerlendirmesinin de etkisiyle Rusya’dan kategorisinin en gelişmiş silah sistemi olan S-400 füze savunma sistemini alıyor.
Türkiye’nin stratejik kimliğinde bu iki boyutun nasıl bir denge noktasında buluşacakları önümüzdeki dönemin en önemli sorularından birisidir.
Paylaş