Paylaş
Gerçi Brüksel toplantısı Türkiye ile AB arasındaki birikmiş sorunların çözümü yönünde somut herhangi bir sonuç getirmiş değildir. Aksine, Türkiye ile AB arasındaki görüşmelerin büyük ölçüde bir sağırlar diyaloğunu aşamadığı bir kez daha ortaya çıkmıştır. Ancak müzakereler fiilen buzdolabına konmuş olsa da, taraflar yine de tam üyelik hedefine bağlılıklarını telaffuz etmiştir. Geldiğimiz noktaya bakın ki, bu yöndeki bir karşılıklı irade beyanını bile artık kendi başına olumlu bir gelişme olarak kayda geçmek durumundayız.
*
Avrupa Birliği’nin masaya koyduğu ‘tutum belgesi’ni, toplantıdan sonra yayınladığı bildiriyi ve AB’nin Dış İlişkiler ve Savunmadan Sorumlu Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini’nin açıklamalarını, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun beyanları ile birlikte değerlendirdiğimizde tarafların iki ayrı yazılım üzerinden konuştuklarını söyleyebiliriz.
Özellikle ‘yargı bağımsızlığı’ Türkiye ile AB arasındaki en problemli alan olarak karşımıza çıkıyor. AB tarafı “Türkiye’de yargı bağımsız değil” görüşünü ısrarla gündeme getirmiş, Türk tarafı ise “Hayır, bizde yargı bağımsızdır” karşılığını vermiştir.
AB, yaptığı açıklamada temel haklar ve hukukun üstünlüğü alanlarındaki “gerileme”den duyduğu “derin endişeleri” kayda geçirerek, ‘Osman Kavala davası’ olarak bilinen, 16 aktivist hakkında hazırlanan Gezi iddianamesini açık bir dille eleştirmiştir. Bu çerçevede gazeteciler dahil olmak üzere yaygın tutuklamalar ile gösteri ve toplantılara getirilen sınırlamalar üzerinden sivil toplumun kendini ifade alanının süratle daralmasından duyulan kaygılara da yer verilmiştir açıklamada. Görüşmelerin kapalı kapılar ardında yapılan bölümünde Cumhuriyet davasındaki mahkûmiyetlerin istinaf mahkemesinde onaylanmasından duyulan rahatsızlığın da aktarıldığı anlaşılıyor.
Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ise Gezi iddianamesine ilişkin yorumları “önyargılı” bulduğunu belirterek, AB’ye bir dizi karşı eleştiri yöneltmiş, hatta “çifte standart”la suçlamıştır. Bakan, ‘tutukluluk süresi’ ve ‘yargılamanın uzun sürmesi’ gibi konuların tüm Avrupa’nın da gündemindeki meseleler olduğunu belirtmekle birlikte, “Zaten yargı reformu stratejisiyle tüm bu konuları ele alıyoruz. Bunları da halletmemiz gerekiyor” şeklinde konuşmuştur. Çavuşoğlu’nun bu ifadesi, yargı alanında iyileştirmeye ihtiyaç duyulan bazı sorunların varlığını kabul ettiğini gösteriyor.
*
AB tarafının açıklamalarında Ankara açısından olumlu görülebilecek sınırlı başlıklardan biri “dört milyona yakın” Suriyeli mülteci için sergilenen çabaların kuvvetle övülmesi ve ayrıca yine mülteciler konusundaki Türkiye-AB anlaşmasının sürdürülmesinden olumlu bir tonda söz edilmesidir. Keza, Türkiye’nin Ortadoğu bağlamındaki rolü ve sorumluluğuna yapılan vurguyla birlikte bu başlıktaki Türkiye-AB diyaloğunun “kritik önemde olduğu” belirtiliyor.
Bu noktada düşündürücü bir yönelişin altını çizmeliyiz. Türkiye ile AB arasındaki işbirliği, 2016 yılındaki mülteci anlaşmasıyla birlikte artık artan ölçüde geleneksel çerçevesinin, gündeminin dışına çıkarak Suriyeli mülteciler meselesinin belirleyici olduğu, hatta bu ilişkiyi ipoteğine aldığı bir zemine kaymaktadır. Bir başka anlatımla, ilişkinin yapısında bir başkalaşma söz konusudur.
*
Kuşkusuz içinden geçmekte olduğumuz seçim ortamının toz dumanı ve yüksek gerilimi altında Avrupa ile ilişkilere dönük net bir perspektifin ortaya konabilmesi, hatta bunun konuşulabilmesi bile güçtür. Ancak yerel seçimler iki hafta sonra geride kaldığında Türkiye’nin dünya ile ilişkilerinin hal ve gidişini soğukkanlı bir şekilde gözden geçirmesi gerekecektir.
Rusya’dan S-400 alımı, Suriye’de güvenli bölge ve YPG konusundaki belirsizliklerin sürmesi nedeniyle Batı ile ilişkilerin ABD boyutunun yeniden türbülansa girme ihtimali yabana atılmamalıdır. Diğer yandan Suriye’deki gelişmelerin seyri Türkiye’yi artan ölçüde Rusya ile yakınlaşmaya sevk ediyor. Gelgelelim Türkiye’nin dış politikada karşısındaki bütün çetrefil sorunları Rusya ile yakınlaşma ekseni üzerinden göğüsleyebilmesi mümkün değildir.
AB ile ilişkilerde bir normalleşmenin başlaması dış politikanın diğer bütün başlıklarında da Türkiye’nin manevra sahasını genişletecek, Türk diplomasisinin daha rahat nefes almasını sağlayacaktır. Ancak bunun yolu öncelikle içte bir yumuşamadan ve bu yönde atılacak adımlardan geçiyor.
Not: Yıllık iznimin bir bölümünü kullanmak üzere yazılarıma bir süre ara veriyorum.
Paylaş