Paylaş
Konunun en baştan altını çizmemiz gereken birinci boyutu, toplum sağlığını ilgilendiren bu kadar yaşamsal bir meselenin 2013 sonrasındaki süreçte her seferinde bir formül bulunarak ertelenip ötelenebilmiş olmasıdır.
Tartışma ilk başta 2013 yılında 6446 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu’nun çıkmasından sonra özelleştirilen kömüre dayalı 11 termik santralın durumunu konu alıyor. Kamu kontrolünde faaliyet gösteren iki santral da eklendiğinde, toplum sağlığı ve çevre bakımından tehlike yaratan bu tesislerin toplamı 13’e çıkıyor.
Enerji Bakanlığı’nın web sayfasına göre, Türkiye’de kömüre dayalı irili ufaklı toplam 67 santral faaliyet gösteriyor. Bu santrallar 2018 yılında elektrik üretiminin yüzde 37.3’ünü karşılamıştır. (Diğer kaynaklar: Doğalgaz santralları, barajlar, güneş enerjisi gibi...) Çevresel etkileri nedeniyle tartışma yaratan 13 tesisin kömür santrallarının toplam ‘kurulu gücü’ içindeki oranı yüzde 41 dolayındadır. Buna karşılık, bu yıl ekim sonu itibarıyla kömüre dayalı termik santrallardan üretilen elektriğin yaklaşık yüzde 50’si bu 13 tesisten gelmiştir.
2013’TEN BU YANA ÖTELENİYOR
Öncelikle meselenin geçmişe dönük boyutuna bakalım. Bu santrallar 2013 öncesinde hiçbir etkin filtre sistemi olmaksızın faaliyet göstermiş, bacalarından çıkan dumandan ortalığa yayılan tehlikeli partikül maddeler bunları soluyan çevredeki insanların sağlığını tehdit etmiş, hastalıklara, ölümlere yol açmış, çevreye zarar vermiştir. Santrallar 2013 sonrası dönemde özelleştirildiklerinde, yeni yasa işletmelerin gerekli filtreleme önlemlerini alarak bu duruma son vermelerini öngörmekteydi.
Yatırım ve finansman gerektiren, dolayısıyla üretim maliyetlerini, kârlılığı da etkileyen, aynı zamanda belli bir zaman da isteyen bu hazırlıklar için işletmelere, Elektrik Piyasası Kanunu’nda belli bir muafiyet süresi tanınmıştır. Buradaki sorun, yasa çıktığında bu sürenin 2021 sonuna kadar neredeyse dokuz yıl gibi çok uzun bir zamana yayılmasıdır. Zaten Anayasa Mahkemesi, tanınan muafiyet süresini Anayasa’nın 56’ncı maddesinde düzenlenen ‘sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı’na aykırı bulduğu için yasanın bu maddesini iptal etmiştir 2014 yılında.
Bunun üzerine iktidar tarafından 2016 yılında getirilen yeni bir yasal düzenlemeyle muafiyet süresi 31 Aralık 2019 tarihine çekilmiştir. Normalde bu süre önümüzdeki ay sonunda doluyordu ve geçen bütün zamana karşılık santralların hiçbirisinde bu hazırlıklar tamamlanmamıştı. Geçen 21 Kasım tarihinde TBMM’den geçirilen sürpriz bir düzenlemeyle muafiyet süresi 2022 Haziran ayı sonuna kadar uzatılmış, ancak bir yenilik olarak geçiş döneminde tesislerde çevre koruyucu önlemlerin alınmasını zorlayacak bir yaptırım mekanizması da devreye sokulmuştur.
YIL SONUNDA KAPILARA MÜHÜR VURULACAKTI
Sonuçta yükümlülük ertelemesine ilişkin yasa değişikliği egzersizleri TBMM’de tekrarlanan bir kalıpla devam ederken, sahadaki çıplak gerçek şu ana kadar değişmemiştir. Bu gerçek, santralların bacalarından filtreden geçmeden çıkan dumanların çevreye yayılmaya, bütün zararlı etkileriyle insanların, tarlaların, ormanların, göllerin, derelerin üzerini kaplamaya devam etmesidir.
Santralları işleten şirketlerin çevre sicilleriyle ilgili durumun en çarpıcı özetini Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakan Yardımcısı Abdullah Tancan’ın geçen 1 Kasım’da TBMM Bütçe Komisyonu’nda yaptığı bir açıklamada buluyoruz. Tancan, söz konusu 13 santralın 10’unda ‘geçici faaliyet belgesi’nin bile bulunmadığını duyurmuştur. Son yasa değişikliği 21 Kasım’da çıkmasaydı, Enerji Bakanlığı’nın 31 Aralık tarihinde, yani bir ay sonra bu tesislerdeki üretim faaliyetini fiilen durdurması gerekecekti.
Hemen burada bir noktanın altını çizelim. Çevre önlemlerinin alınması başlığında bu işletmelerin hepsinin yolun başında olduğunu söyleyemeyiz. Santralların bir bölümünde filtre sistemlerinin kurulmasına dönük hazırlıkların başlatıldığı, bu hazırlıkların bazılarında ilerlediği, bazılarında ise ağır bir şekilde seyrettiği anlaşılıyor.
Bu tesisler içinde kamuya ait iki santral çevre yatırımlarının gerçekleştirilmesi açısından ileri bir durumdadır. Tancan, “ikisinin bitmek üzere olduğunu, 2020 başında bunların tesislerinin hazır olacaklarını” belirtmiştir. Bu bilgiden, her şeye rağmen kamunun bu tesislerde çevre önlemlerinin alınmasında özel sektöre kıyasla daha sorumlu hareket ettiğini anlıyoruz. Ancak bu iki tesiste daha fazla mesafe alınmış olması, kamu otoritesinin muafiyet rejiminin sürekli ertelenmesinden kaynaklanan geçmişe dönük sorumluluğunu ortadan kaldırmıyor.
HER SEFERİNDE AYNI TARTIŞMA
Erteleme tartışmasında her seferinde santrallarda faaliyetin durdurulmasının elektrik üretiminin aksamasına yol açacağı, tesislerin bulunduğu yerleşimlerde işsizliği tetikleyeceği gibi tezler gündeme geliyor. Oysa yasalardan kaynaklanan ve daha önemlisi insanların hayatını ilgilendiren bir yükümlülüğünün yerine getirilmemesinin hiçbir geçerli mazereti olmaması gerekir.
Ayrıca, ertelemenin gerekçelendirilmesinin dayandırıldığı bazı tezler işsizliğe, ekonomik çıkarlara karşı toplum sağlığının göz ardı edilmesi gibi rahatsız edici bir denklemin kurulmasını da beraberinde getiriyor. Tartışılan santrallarda çalışanlar son tahlilde o tesislerin bacalarından yayılan dumana da maruz kalan insanlardır. Bu denklem meşru görüldüğünde, onların karşı karşıya bırakıldığı ikilemin altyazısı “İşsizlik mi, sağlığınız mı” soruları olmaktadır. Bu, vicdanen kabul edilebilecek bir durum değildir.
YENİ MEKANİZMA EN BAŞTAN DÜŞÜNÜLMELİYDİ
Getirilen yeni yaptırım mekanizması etkili olabilir mi? Yasa değişikliğine göre muafiyet rejimi 30 Haziran 2022 tarihine kadar uzatılırken, önümüzdeki haziran ayı sonuna kadar işletmeler çevre yatırımlarına ilişkin yaptıkları sözleşmeler ve bunların icrasının zamanlamasına dönük iş planlarını Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na sunacaktır. Şirketlerin bu şekilde disiplin altına alınmaya çalışılması uygulamada istenen sonuçları yaratabilirse, bu yöntem -bütün gecikmeye rağmen- yine de doğru yönde bir adım olarak görülebilir.
Buna göre, 30 Haziran 2020’de, yani yedi ay sonra yatırım ve uygulama planlarını vermeyen işletmelerin üretimi durdurulacaktır. Bu planları sunan işletmelerdeki uygulama da Çevre Bakanlığı tarafından dörder aylık sürelerle denetim altına alınacak, taahhütler tutulmazsa yine aynı önleme başvurulacaktır.
Geçmişte yapılan ertelemelerde şirketleri bu şekilde harekete geçmeye zorlayacak bir baskı mekanizması kurulmamıştı. Bu da işletmelerin çoğunu herhangi bir caydırıcılıkla karşılaşmadan yükümlülüklerini savsaklayabilme rahatlığına itmekteydi. Aslında daha ilk baştan düşünülmüş olması gereken bir yöntem büyük bir gecikmenin ardından devreye girmektedir.
Bütün bu süre içinde toplum sağlığı açısından ödenmiş olan ağır bedelleri ölçebilecek durumda değiliz bugün. Yasanın hiç olmazsa bu kez toplumun ‘temiz hava hakkı’na saygı gösteren bir anlayışla uygulanmasını talep etmek anayasal bir haktır.
Paylaş