Paylaş
Algıların yönü, bu olayda karşı karşıya gelen Türkiye için yukarı doğru, Suudi Arabistan açısından aşağı doğru yol alan eğrilere işaret ediyor.
Özellikle Batı basınında yapılan yayınların, yorumların içeriğine, ana doğrultusuna bakıldığında, Türkiye’nin bu hadise karşısında sergilediği tutum nedeniyle büyük bir kredi topladığını söyleyebiliriz.
Uluslararası camiayı belli bir strateji içinde düzenli bir şekilde bilgilendirerek, olayın üstüne sünger çekilmesini önleyen Türkiye, cinayetle ilgili kuvvetli bir küresel farkındalık yaratarak Suudi Arabistan’ın kibirli muktedirlerini güçlü projektör ışıkları altında bu cinayetteki suçüstü sorumluluklarıyla karşı karşıya bırakmıştır.
Türkiye, bu olayda adaletin tecelli etmesi yönünde hareket eden taraftır ve meseleyi ele alış tarzıyla uluslararası alanda yüksek bir zemine çıkmıştır. Batı’nın önde gelen yayın organlarında son yıllarda kendisinden sıkça eleştirel bağlamda söz edilen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hakkında birden olumlu bir ton ortalığa hâkim olmuştur.
Bu arada, yapılan yorumlarda Türkiye’nin bu olayı Suudi Arabistan’ın bölgedeki geleneksel yerleşik gücünü kırmak, kendi bölgesel liderlik iddiasını güçlendirmek yönünde değerlendirdiği yolundaki görüşler de dile getiriliyor.
Bununla birlikte, Kaşıkçı hadisesi 40’ıncı gününü geride bırakırken, beraberinde getirdiği bütün övgülerin yanında, Türkiye’nin demokrasi, ifade özgürlüğü, yargı bağımsızlığı gibi alanlardaki sorunlu uygulamalarını hatırlatan yazılara ya da atıflara da rastlamak mümkün Batı medyasında.
Kaşıkçı dosyasındaki tutumundan dolayı Türkiye’nin hakkını teslim eden olumlu değerlendirmelerle, değinilen alanlardaki sorunların göz ardı edilmemesi gerektiği yolundaki tespitlerin iç içe geçtiği durumlardan söz ediyoruz.
Dolayısıyla, kendi lehine yakaladığı bu dalgayı uluslararası alanda kalıcı bir çizgiye tahvil etmek istediği takdirde, Türkiye’nin söz konusu eleştirilerin gölgesini aradan çıkartacak adımlar atması da şarttır.
Bu ihtiyaç Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Birinci Dünya Savaşı’nın sona erişinin 100. yıldönümü dolayısıyla Fransa’nın saygın gazetelerinden Le Figaro’da yayımlanan yazısında verdiği mesajların inandırıcılığı açısından da geçerlidir.
Erdoğan, bu yazısında iki stratejik perspektifin altını çiziyor. Birincisi, “Avrupa tarihinin en önemli barış projesi” olarak nitelendirdiği Avrupa Birliği için tam üyelik hedefini kuvvetli bir vurguyla taahhüt ediyor. İkincisi, “Türkiye’nin Ortadoğu coğrafyasında kitleleri temsil eden demokratik ve özgürlükçü yönetimleri destekleyeceğini” söylüyor.
Cumhurbaşkanı, Kaşıkçı hadisesinde izlediği stratejiyle Suudi Arabistan’ın bölgedeki ağırlığını ciddi bir şekilde sarsarken, bunu bir başka düzlemde bütün İslam dünyasına yönelen bir demokrasi ve özgürlük mesajıyla tamamlıyor.
Gelgelelim aynı mesele burada da karşımızda beliriyor. Türkiye İslam dünyasına demokrasi mesajı verirken, mesajın etkisini icra edebilmesi için öncelikle kendisini bu alanda AB’den eleştiri alan ülke görüntüsünden bir an önce kurtarması gerekiyor. Bu da öncelikle içte demokrasi ve yargı alanındaki problemli uygulamaların üzerine gidecek, yumuşama yönünde somut adımların atılmasıyla gerçekleşebilir.
Unutmayalım ki, Türkiye kendi bölgesinde en çok etkiyi 2000’li yılların başlarında AB’ye tam üyelik hedefinin sürükleyiciliğiyle kapsamlı bir reform sürecini hayata geçirdiği dönemde yaratabilmişti. AK Parti, 2002 sonunda iktidara geldikten sonra bu sürece gerçekten de kayda değer bir ivme kazandırmıştı. Ancak Türkiye bu reform ivmesini kaybedeli yıllar olmuştur.
Ayrıca AB bir tarafa, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2018 Cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasını zaten “daha çok demokrasi”, “daha çok özgürlük”, “daha bağımsız yargı” talepleriyle açtığı hafızamızdan çıkmasın. Söz konusu taleplerin kampanya hedefi yapılması bile, bu alanlarda bir yetersizliğin bulunduğunun kabulüydü, bir ihtiyaca karşılık veriyordu.
Yani, yeni bir şey gündeme getiriyor değiliz. Kampanya vaatleri hayata geçirilsin yeter...
Paylaş