Paylaş
Erdoğan, “Kıbrıs’ta gerçekleri görmek isteyen herkesin adada iki ayrı devlet, iki ayrı halk olduğunu bildiğini, Kıbrıs Türk halkının egemen eşitlik ve eşit uluslararası statü haklarının tescil edilmesinin adadaki çözümün anahtarı olduğunu” belirterek, şöyle dedi:
“Uluslararası toplumu, Birleşmiş Milletler prensipleriyle çelişir şekilde, ambargolarla dünyadan koparılmaya çalışılan Kıbrıs Türklerine yönelik zulme son vermeye ve bir an önce Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni resmen tanımaya davet ediyoruz.”
*
BM kürsüsünden yapılan bu çağrı Türkiye açısından önemli bir ilk. Erdoğan başta olmak üzere Türk yetkililer, son iki yıldır Kıbrıs sorununa artık iki devletli bir çözüm gerektiği tezini birçok vesileyle kayda geçirmiş bulunuyorlar.
Ancak bu mesaj “KKTC’nin tanınması” çağrısıyla birleştirilerek BM Genel Kurulu kürsüsünden bütün dünyaya seslendirildiğinde başka bir eşik geçilmiş oluyor.
Tabii bu beklentinin ifade edilmesi uluslararası camianın nasıl karşılık vereceği sorusunu da beraberinde getiriyor.
*
Batı dünyasının KKTC için tanınma seçeneği karşısında bundan önce olduğu gibi kuvvetli bir direnç sergilemesi beklenen bir durumdur. Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in, “İki devletli çözümü asla kabul etmeyecekleri” yolundaki sözleri bu çerçevede hatırlatılabilir. Keza ABD cephesinden de aynı yönde pek çok açıklama bulunabilir.
Mesele sadece Batı dünyası da değildir. Batı KKTC’yi tanımaya uzak dururken Doğu dünyası Kıbrıslı Türklere çok mu yardımcı olmuştur? Herhangi bir İslam ülkesi bugüne dek tanımış mıdır KKTC’yi?
Kuşkusuz Kıbrıs sorununa federasyon temelinde bir çözümü öngören Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararları, KKTC’nin tanınması önündeki başlıca engellerden birini oluşturuyor.
Peki uluslararası camia bağımsızlık ilanının yapıldığı 1983’ten bu yana KKTC’nin tanınmasına soğuk bir şekilde yaklaşmışken, bundan sonrası için bir değişiklik beklenebilir mi?
Gerçekçi bir zeminde bu soruya şimdilik iyimser bir yanıt verebilmek güçtür.
Bununla birlikte, Erdoğan’ın New York’tan ayrılırken bir soru üzerine bir ihtimal olarak Rusya’dan KKTC’ye direkt uçuşların başlamasından memnuniyet duyacağını belirterek, Rusya’nın turist potansiyelinin KKTC’ye de yönelmesinin sağlayacağı yararlardan söz etmiş olması dikkat çekicidir. Cumhurbaşkanı’nın bu sözleri, Rusya’dan KKTC’ye doğru turizm üzerinden bir açılım ihtimalini tartışma alanına sokmuştur.
*
KKTC’nin tanınması başlığını ele alırken Türk tarafının sorumluluğuyla ilgili önemli bir meseleyi hatırlamamız gerekiyor. O da Türkiye’nin KKTC’nin tanınması konusunda eline geçen tarihi bir fırsatı zamanında değerlendirmemiş olmasıdır.
Bunu gösterebilmek için şimdi biraz gerilere, 2004 yılına gidelim ve dönemin BM Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından Kıbrıs sorununa federal bir çözüm bulmak amacıyla hazırlanan ve kendisinin adıyla anılan kapsamlı planın oylandığı referandumu hatırlayalım.
Çok uzun müzakerelerden ve çekişmelerden sonra bu plan 24 Nisan 2004 tarihinde adanın her iki tarafında da referanduma sunulmuştu. Plan sandıkta Kıbrıs Türk toplumunun yüzde 64.91’inin “evet” oyları üzerinden olurunu almış, buna karşılık Rum kesiminde “hayır” oyları yüzde 75.38 çıkmıştı. Rumlar kuvvetli bir çoğunlukla reddedince Annan Planı’nın uygulanma şansı kalmamıştı.
Adadaki referandumun sonucu, Kıbrıslı Türkler federal bir çözüm için rızalarını bildirirken, Rumların çözüme yanaşmamış olmalarıydı. Böylelikle bütün dünyanın gözü önünde Türk tarafının esneklik göstererek uzlaşma iradesini sergilediği, Rumların ise böyle bir iradeye sahip olmadıkları tescil edilmişti.
Herhalde KKTC’nin tanınması talebinin haklılığının uluslararası alanda sahneye sürülebilmesi açısından tarihi bir fırsatın doğduğu andı referandumun sonrası.
Buna karşılık AK Parti hükümeti bu yola gitmemiştir.
AB’den tam üyelik müzakerelerinin başlatılması için tarih alınması yönünde yoğun müzakerelerin yapıldığı o günlerde KKTC’nin tanınması kartının açılmasının bu süreci sekteye uğratacağı düşüncesi ağrı basmıştır.
Ayrıca, AB tarafından Türk tarafına yapılan önemli bir taahhüt de denkleme girmiştir o sırada. Bu, KKTC’ye uygulanan tecridin kaldırılacağı taahhüdüdür.
*
Arşivlere baktığımızda, Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (KRY) 24 Nisan 2004 tarihindeki referandumdan bir hafta sonra 1 Mayıs 2004 tarihinde, çoğu Doğu Avrupa ve Baltık ülkesi olan diğer dokuz adayla birlikte, Avrupa Birliği’ne tam üyeliğinin resmen başladığını görüyoruz.
Bir başka anlatımla, Kıbrıslı Rumlar BM Genel Sekreteri’nin hazırladığı federal çözümü reddettikten bir hafta sonra tam üye olarak önlerine serilen kırmızı halıdan geçerek AB’ye adım atmıştır.
“Kıbrıs”ın tam üyeliğinin başlamasının nihai bir anlaşmaya ve referandum sonucuna bağlanması, kuşkusuz Rum kesimi üzerinde ciddi bir baskı oluşturabilirdi onları çözüme zorlamak açısından. Böyle olmayınca, tam üyeliği bir hafta sonra kendileri bakımından çantada keklik gören Rumların, referandumda Türklerle egemenliklerini paylaşmak zorunda kalacakları bir federal çözümü kabul etmeleri için bir neden kalmamıştı.
Muhtemelen ileride bu dönemin tarihini yazacak araştırmacılar, Kıbrıslı Rumların referandum sandığında BM çözümünü reddettikten hemen sonra alkışlar altında tam üye kimliğiyle AB Kulübü’ne alınarak hak etmedikleri bir şekilde ödüllendirildiklerini not edeceklerdir.
*
Denilebilir ki o noktada KRY’nin tam üyelik sürecinin durdurulabilmesi çok güçtü; Rumların da içinde olduğu toplam on ülkeyi kapsayan tarihi genişleme dalgasının takviminde geri dönülemez nokta çoktan geride bırakılmıştı. O takdirde AB, en azından hakkaniyetli bir şekilde davranarak referandumda ortaya çıkan durumu, Kıbrıslı Türklere dönük adaletsizliği dengeleyebilirdi.
Aslında AB, pekâlâ başlangıçta adil davranma ihtiyacını duymuştur. AB ülkeleri dışişleri bakanlarının bir araya geldikleri ve Kıbrıs’taki referandum sonucunu da değerlendirdikleri AB Konseyi’nin 26 Nisan 2004 tarihli kararını hatırlamak bu bakımdan yararlı olabilir.
AB Konseyi’nin kararında önce 1 Mayıs 2004 tarihinde “Birleşik bir Kıbrıs’ın AB’ye katılımının mümkün olmayacağından duyulan büyük üzüntü” ifade ediliyor. Ancak uzlaşmaz tutumları nedeniyle Rumlara dönük bir dokundurma bu metinde yok.
Kararda daha sonra “Kıbrıslı Türklerin geleceklerini AB’de gördükleri yolundaki arzularını açık bir şekilde ortaya koydukları” vurgulanıyor. Bu tespitin ardından bakın ne diyor AB Konseyi: “Konsey, Kıbrıs Türk toplumunun izolasyonuna bir son vermek ve Kıbrıs toplumunun ekonomik gelişmesini teşvik ederek Kıbrıs’ın yeniden birleşmesini kolaylaştırmak konusunda kararlıdır.”
Konsey, Komisyon’dan bu konuda hazırlık yapmasını da istiyor.
*
AB, geçen süre içinde muhtelif fonlar sağlayarak KKTC’de bir dizi projeyi finanse etmiştir. Ancak bu projelerin Konsey kararında vaat edildiği şekilde Kıbrıs Türk toplumunun izolasyonuna son verdiğini söylemek mümkün değildir. KKTC’ye dönük ambargolar aynen devam etmiştir ve etmektedir bu karardan 18 yıl sonra da...
Asıl düşündürücü olan, Kıbrıslı Rumların tam üye olmalarıyla birlikte AB’nin karar alma mekanizmasına katılıp oybirliği ilkesinden yararlanarak Yunanistan’la birlikte AB’nin Kıbrıs politikasını tümüyle ipotekleri altına almış olmalarıdır. Sonuçta AB, referandumdan sonra Kıbrıslı Türklere yaptığı taahhüdü tutmamıştır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçen hafta BM kürsüsünden “KKTC’nin tanınması” yolundaki çağrısı, beni yakın tarihteki bu hadiselerin üzerinden bir hafıza tazelemesine yöneltti. Bunun sonucunda, bir yandan AB’nin sorumluluğunu vurgularken, diğer yandan da Türkiye’nin 2004 referandumunda elde ettiği büyük avantajı KKTC açısından diplomatik kazanımlara tahvil edemediğini belirtmek objektif bir tespit olacaktır.
Paylaş