Paylaş
Ege’de gerilimin kontrolden çıkmasından ve bir sıcak çatışmaya dönüşmesinden endişe eden ABD yönetimi, iki müttefiki üzerinde bütün ağırlığını koymak suretiyle devreye girerdi. Birden telefon diplomasisi işlemeye başlar, tarafların karşılıklı olarak gerilimi düşürme taahhütleriyle birlikte kriz yavaş yavaş kontrol altına alınır, gerginliğin ibresi aşağı iner ve bir süre sonra ortalık sakinleşirdi.
Örneğin, 1987 ilkbaharında Yunanistan’ın Bern Mutabakatı’na uymayacağı ve Ege’de sismik araştırmalara başlayacağı yolundaki açıklamalarına misilleme olarak Türkiye de aynı şekilde hareket edeceğini duyurmuştu. Ardından donanmanın Gölcük’ten demir alıp Ege’ye çıkması büyük bir krizi beraberinde getirmişti. 1987 Mart ayı sonundaki bu kriz Amerikan diplomasisinin telaş içinde devreye girmesi ve dönemin Başbakanı Turgut Özal’ın sergilediği esneklik sayesinde aşılmıştır.
Keza 1996 yılı ocak ayı sonunda çıkan ve iki ülkeyi bir savaşın eşiğine getiren Kardak krizinin atlatılmasında da dönemin ABD Başkanı Bill Clinton’ın yoğun bir çabası söz konusu olmuştu.
*
O yıllarda krizlerin yatıştırılmasını kolaylaştıran en önemli zemin Bern Mutabakatı’nın varlığıydı. Bu mutabakat, 1974 sonrasında iki ülkenin Ege kıta sahanlığı üzerinde sismik araştırmalara başlamaları üzerine patlak veren anlaşmazlığın yol açtığı ve BM Güvenlik Konseyi’ne kadar taşınan büyük bir krizin sonucu olarak ortaya çıktı. Ege’de kıta sahanlığının karasuları dışında kalan alanları ihtilaflı olduğu için tartışmalı sularda atılan her adım krize davetiye çıkartıyordu.
İki ülke arasında 11 Kasım 1976 tarihinde imzalanan Bern Mutabakatı’nın önemi, kıta sahanlığı sorununun çözümü konusunda belli ilkeler getirip müzakerelerin önünü açmasıydı. Ama galiba daha önemli yönü, tarafları müzakerelere zarar verebilecek adımlardan kaçınma taahhüdü altına sokmasıydı. Türkiye ile Yunanistan, çözüm bulununcaya kadar araştırma yapmak için kendi karasuları dışındaki tartışmalı kıta sahanlığı alanlarına çıkmayacaklardı.
Taraflar bu taahhüde uydukları sürece çatışma ihtimalini de asgariye indiriyordu Bern Mutabakatı. Bu yönüyle mutabakatın 1976’dan bu yana Ege’de barışı korumak anlamında kayda değer bir işlev gördüğü teslim edilmelidir.
Ama çözümün kapısını da açamamıştır bu mutabakat. Başta kıta sahanlığı olmak üzere Ege sorunlarının çözümü için on yıllarca kesintilerle ve farklı yöntemlerle yürütülen sayısız müzakereye rağmen bir sonuca varılamamıştır. Neredeyse yarım yüzyıla yaklaşan bir zaman diliminden söz ediyoruz. Hem Türk hem de Yunan hariciyelerinde farklı kuşaklardan pek çok diplomat bu sorunlarla yetişip, kariyerlerini bu sorunlar üzerinde geçirip emekli olmuştur.
O yıllarda Türk-Yunan anlaşmazlıklarının niteliğine ilişkin şu noktayı da vurgulayalım. Üçüncü tarafların kriz anlarındaki arabuluculuk girişimleri hariç tutulursa, sorunlar ağırlıklı olarak Türkiye ile Yunanistan arasında ikili bir çerçevenin sınırları içinde kalıyordu.
*
2020 yılında Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunlara baktığımızda bizi oldukça farklı bir tablo bekliyor. Öncelikle, geçmişte ağırlıklı olarak Ege ile sınırlı olan coğrafi çerçevenin bugün bütün Akdeniz’i de içine alan çok geniş bir alana yayıldığını görüyoruz. Geçmişte Türk ve Yunan savaş gemileri Ege’de Kardak kayalıkları karşısında birbirlerini cephelerken, bugün Akdeniz’in ortasında karşı karşıya geliyorlar. Türkiye ile Yunanistan arasındaki dosya çoktandır bir Ege sorunu olmaktan çıkıp bir Akdeniz sorunu haline gelmiştir. Akdeniz’e bulunacak çözümler Ege için de emsal olacaktır.
Çok kritik bir farklılık, Doğu Akdeniz’in birçok noktasında zengin hidrokarbon rezervlerinin keşfedilmesidir. Kıta sahanlığının altında yatan zenginlikler, deniz yetki alanlarının sınırlarının çizilmesi meselesini çok daha keskin ve çatışmaya açık bir hale getiriyor. Üstelik kıta sahanlığına ek olarak ‘Münhasır Ekonomik Bölge’ (MEB) gibi kıta sahanlığını içermekle birlikte balıkçılık haklarını da doğrudan kapsayan yeni bir çekişme alanı daha belirmiştir.
Üçüncü bir farklılık, gelinen noktada Ege sorunları ile Kıbrıs sorununun birbirinden koparılamayacak ölçüde iç içe geçmiş olmasıdır. Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (KRY) ilan ettiği MEB sınırlarının Yunanistan’ın hak iddia ettiği yetki alanı sınırıyla bitişik olması, Türkiye’nin itirazıyla da birlikte değerlendirildiğinde -ilk bakışta- üçlü bir soruna dönüşüyor.
Her halükârda Akdeniz için bulunacak çözümler ikili değil, çoklu formatları zorunlu kılacaktır. Girit’in güneydoğusundaki alanda beliren Türkiye-Yunanistan anlaşmazlığı aynı zamanda bir Türkiye-Mısır anlaşmazlığıdır ve Libya’yı da etkilemektedir. Dolayısıyla, herhangi bir çözüm Libya ve Mısır’ı da içine almak durumundadır. Doğu Akdeniz, bu yönüyle artık bütün meselelerin karşılıklı etkileşim halinde olduğu jeostratejik bir bütünlük içinde ele alınmalıdır.
*
Dördüncü bir farklılık, Doğu Akdeniz’deki anlaşmazlıkların yarattığı çatışma hattının bölgesel ittifaklar ekseni üzerinden şekillenmekte oluşudur. Türkiye, şimdiden karşısında Yunanistan, Mısır, İsrail ve Kıbrıs Rum Yönetimi’nden oluşan, ayrıca bir Batı Akdeniz ülkesi olan Fransa’nın da katıldığı geniş bir ittifak bulmaktadır.
Beşinci bir nokta daha var. Geçmişte Türkiye ile Yunanistan’ı Ege’de büyük ölçüde disiplin altında tutan, her ikisinin de uyduğu bir Bern Mutabakatı rejimi vardı. Oysa Akdeniz’de giderek yayılma eğilimi gösteren anlaşmazlıklar karşısında, tarafların kendilerini uymakla bağlı hissedecekleri, sorunların çözümünde esas alınacak ilke, yöntem ve davranışları tanımlayan bir çerçeve yoktur. Bunun sonucu, belirecek muhtemel krizlerin yönetilmesinde askeri çatışma potansiyelinin göz ardı edilemeyeceği ucu açık bir durum söz konusudur. Gerilimi düşürme (de-eskalasyon) mekanizmalarının eksikliği ciddi bir sorundur.
Meseleyi güçleştiren bir başka faktör, AB’nin son yıllarda Doğu Akdeniz konularında birliğin tam üyesi Yunanistan ve KRY ile artan ölçüde dayanışma içinde hareket etmekte oluşudur. Bu açıdan baktığımızda gelişmelerin seyrinin Türkiye’nin Avrupa ile ilişkilerinin geleceğini ipotek altına alma ihtimali azımsanmamalıdır. Buradaki AB dayanışması Yunanistan’ı Türkiye karşısında uzlaşmak yerine daha katı, daha cüretkâr davranmaya yöneltebilir.
*
Tam bu noktada AB cephesinde Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in daha dengeli bir tutum izleyerek arabulucu kimliğiyle belirdiğini görüyoruz. Bu yönüyle geçmişte Ege sorunlarında ABD’nin oynadığı yatıştırıcı rolü, Akdeniz söz konusu olduğunda Avrupa’nın başat gücü Almanyaüstleniyor. Başkanlık seçimine odaklanmakta olan ABD ise en azından bu aşamada denklemin dışındadır. ABD’nin ne ölçüde Akdeniz denklemine gireceği kasım ayındaki başkanlık seçimi sonrasında belirecek siyasi tabloya bağlıdır.
Doğu Akdeniz’deki anlaşmazlıkların uluslararası politikadaki önem derecesinin önümüzdeki dönemde yükselmesine hazır olalım.
Paylaş