Paylaş
Diyanet İşleri Başkanı Prof. Ali Erbaş’ın yüksek bir profille kamuoyunun karşısına çıkmasının ve aynı zamanda yaptığı bazı beyanların siyaset çevrelerinde, medyada, genelde kamuoyunda tetiklediği tartışmaların, polemiklerin alanı giderek genişliyor.
Prof. Erbaş’ın geçen hafta yeni Yargıtay binasının hizmete girmesi nedeniyle düzenlenen ve aynı zamanda yeni adli yılın açılışıyla birleştirilen törene katılarak, burada dua okuması hararetli bir tartışmayı tetikledi. Ardından kendisinin dinin ticaret, adalet ve siyaset alanlarına yansıması gerektiği anlamına gelen ifadeleri bu tartışmaları iyice alevlendirdi.
Hatırlanacaktır, geçen yıl da Ayasofya’nın cami olarak ibadete açılması dolayısıyla düzenlenen törende minbere eski bir geleneğin devamı şeklinde bir kılıç ile çıkması ve okuduğu hutbede yer verdiği bazı ifadeler, yine kamuoyunun bazı kesimlerinde tepkilere neden olmuştu.
*
Kabul edelim ki Diyanet İşleri Başkanı’nın bu kadar yoğun bir tartışmanın ayrılmaz bir parçası haline gelmesi, her gün köşe yazılarına geçmesi, sosyal medya hesaplarında lehte ve da aleyhte esen paylaşımlar üzerinden beliren dalgalanmaların konusu olması, geçmiş dönemlerde çok sık karşılaştığımız bir durum değil.
Diyanet İşleri Başkanları, geçmişte genellikle bu gibi tartışmaların dışında kalmak konusunda özel bir dikkat sarf ederlerdi. Toplumun büyük çoğunluğu da makamı bu gibi çekişmelerin dışında tutmak konusunda belli bir özenle davranırdı. Yakın zamanlardan Prof. Ali Bardakoğlu’nun başkanlığı bu açıdan örnek dönemlerden biri olarak gösterilebilir.
*
Geçmişte yerleşmiş olan bu geleneğin aslında kuvvetli bir mantığı var. Buradaki mantık, Diyanet’in siyaset rüzgârlarının uzağında tutulmasının anlaşılabilir gerekleriyle yakından ilgilidir. Siyaset, son tahlilde politikacılar arasında iktidar hedefine ulaşmak üzere rekabet koşulları içinde, hatta kendine özgü birtakım esneklikler de taşıyabilen kurallar üzerinden yürütülen bir egzersizdir.
Kurumun böyle bir dalgalı alanın içine çekilmesi ve onun üzerinden siyasetçilerin, ayrıca bu tartışmalara katılan diğer muhtelif aktörlerin lehte ya da aleyhte pozisyonlar almaları, öncelikle Diyanet’e ve temsil ettiği, korumakla görevli olduğu dini değerlere zarar verebilecektir.
Diyanet, partiler üstü kalması gereken bir makamdır. Bu yönüyle büyük çoğunluğu müslüman olan toplumun bütün kesimlerini birleştirecek bir ortak paydayı yansıtmak durumundadır. Toplumda güven duyulan bir büyük mutabakatın konusu olmalıdır. Bu makamda bulunan şahısların bu hassas dengeyi gözetmeleri elzemdir.
Ancak kutuplaşmanın hüküm sürdüğü bir siyaset ortamının sert koşullarında Diyanet’in değindiğimiz türden tartışmaların içine düşmesi, olması gereken konsensüsü bozma, kurumu belli siyasi tutumlarla özdeşleştirme riskini taşıyor.
*
Bu arada, Prof. Erbaş’ın özellikle geçen pazar günü Aksaray’da katıldığı İmam Hatipliler Kurultayı’nda yaptığı konuşma yeni bir tartışma dalgasına yol açmıştır. Prof. Erbaş, bu konuşmasında “Hayatın içindeki konularda inancın ikinci planda kalması, inancın hayatın dışına itilmesi” başlıklarında eleştirel görüşler ifade ediyor.
Prof. Erbaş, tam bu noktada “İnanç, sokakta olmasın, mahallede olmasın, şehirde olmasın ve insanın içinde olsun gibi bir anlayış var. İnsan ile Allah arasında olsun, evine ve ticaretine, siyasetine, adaletine yansımasın diye ortalığı ayağa kaldırıyorlar” diye konuşuyor.
Başkan’ın bu sözleri, dinin ticarete, siyasete ve adalete de pekala yansıması gerektiği gibi bir kabule dayanıyor ve kaçınılmaz olarak bir dizi soruyu beraberinde getiriyor. Örneğin, dini inançlar ticarete nasıl yansıyacaktır?
İnançların siyasete yansıması konusunu ele alalım. Dini hükümlere dayanan inançların siyasetteki yeri ne olmalıdır? İnançlar siyasette kullanılmaya başlandığında bunun sınırları nasıl çizilecektir? Örneğin, bazı siyasi görüş sahipleri inançları çerçevesinde dini esasları ve buna dayanan tefsirleri siyasetin malzemesi yapmaya başladıklarında, burada çizgi nerede çekilebilir?
Ayrıca, bazı politikacılar inançlarını siyasete kuvvetli bir şekilde yansıtırken, başka politikacılar ilkeleri gereği bu kulvara girmediklerinde inançsız mı kabul edileceklerdir? Bu durumda adil bir siyasi rekabet ortamından söz edilebilir mi?
*
Adalet alanına bakalım. Bazı insanlar inançları çerçevesinde adalette şer’i hükümlerin esas alınmasını talep ettiklerinde, bu talepler hukuk sisteminde, yargıda nasıl karşılanacaktır?
Din, kuşkusuz hayatın çok geniş alanlarını düzenlemek iddiasına sahiptir. Buna karşılık bu düzenlemelerin belli bir bölümü günümüzde kaçınılmaz olarak laikliğin güvencesindeki pozitif hukukun getirdiği düzenlemelerle pekâlâ çatışabiliyor.
Dinin hüküm getirmiş olduğu bazı alanlar, bugün Türkiye’de pozitif hukukta farklı şekilde düzenleniyor. Medeni hukuktan, ceza hukukuna ve miras hukukuna kadar pek çok başlıktan örnekler vermek mümkündür.
Tek bir örnekle açıklamaya çalışalım. Bugün yürürlükteki miras hukuku kuralları çerçevesinde mirasın erkek ve kız kardeşler arasında eşit dağıtılması esastır. Ancak dini esaslar çerçevesinde bu eşitliğin geçerli olduğunu söyleyemeyiz.
*
Peki inancın her alana, örneğin adalet alanına da yayılmasını talep ederken bu gibi çelişkiler karşısında nasıl bir tutum alacağız?
Buradaki temel soru, inançların siyasete ve adalete yansıtılması için kapı bir kez aralandığında sınırın nerede çekileceği meselesinde düğümleniyor.
Laiklik ilkesinin önemi, din ve vicdan özgürlüğünü güvence altına alırken, aynı zamanda din ile devlet işleri ve pozitif hukuk düzeni arasında çektiği sınırlarda beliriyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nin bugün bütün İslam dünyası içinde demokrasiyi yaşatan, kadının toplumda önünü açan, moderniteyle barışık yegane model olarak ortaya çıkabilmesi, büyük ölçüde bu sınırları esas alan laikliğin eseridir.
Paylaş