Paylaş
Kuşkusuz, Türkiye’nin Cumhurbaşkanı’nın dünyanın ABD dahil kalbur üstü 10 Batı ülkesinin büyükelçilerinin “istenmeyen adam” ilan edilmesi talimatını verdiğini açıklayarak, bu diplomatların ülkeden gönderileceği mesajını vermesi, taşıdığı potansiyel sonuçlar bakımından uluslararası boyutlarda bir krizin habercisiydi. Ve galiba pek çok insan, uçurumun kenarına yaklaşıldığı hissini en azından bir süre için yaşadı.
Böyle bir krizin kapanma şekli de özellikle yoruma ilişkin neden olduğu görüş ayrılıkları itibarıyla küçük ölçekte bir tansiyonun yaşanmasını da beraberinde getiriyor.
ABD BASININDA “GERİ ADIM MI ATTIK” SORUSU
Aslında hadisenin genel bir muhasebesini yaptığımızda önemli sonuçlarından biri, iki ayrı anlatının ortaya çıkmış olmasıdır. Krizi çözüme kavuşturmak amacıyla bulunan formülün taşıdığı esneklik, herkesin farklı bir yorum ve anlatıyla kendi kamuoyunun karşısına çıkmasını mümkün kılıyor.
Bu durum, Türk ve ABD basınının meseleye bakış farklılığında da görülebilir. ABD basını, genellikle krizin Türkiye’nin geri adım atmasıyla aşıldığı temasını işlemiştir. Türk basınının azımsanmayacak bir kesiminde de, resmi açıklamalar esas alınarak, ABD’nin geri adım attığı tezi ön plana çıkmıştır.
Burada ilginç olan nokta, iki ülke basınının da kendi yetkilileri nezdinde geri adım meselesini gündeme getirmesidir. Örneğin ABD’li gazeteciler, Türk basını ve Türk yetkililerin açıklamalarına işaret ederek, “biz” diye birinci çoğul öznesi üzerinden başlayan sorularla Beyaz Saray ve Dışişleri Bakanlığı’na -geri adım mı atıldığını- soruyorlar.
Önceki gün Beyaz Saray’da Sözcü Jen Psaki’ye yöneltilen bir soru, Osman Kavala’ya atıfla, “Türkiye’de büyükelçimizi gönderme tehdidi oldu. Bunun üzerine Viyana Sözleşmesi’ne uyduğumuzu teyit ettiğimiz bir açıklama yaptık. Bu açıklama, bütün bu işin başlamasına yol açan, tutukluluğun sürmesiyle ilgili metinden geri çekildiğimiz anlamına mı geliyor” şeklinde formüle edilmişti.
Sözcü Psaki, soruya meselenin böyle bir açıdan görülmemesi gerektiği yolunda bir karşılık vermiştir.
ERDOĞAN’A DA AYNI SORU YÖNELTİLİNCE
Özellikle ABD’nin New York Times ve Washington Post gibi önde gelen gazetelerinin bu haberi Türkiye’nin geri adım attığı şeklindeki başlıklarla duyurması karşısında, bu kez Türk gazetecilerinin benzer soruları Türk makamlarına yönelttiklerine tanıklık ediyoruz.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın önceki akşam Azerbaycan’dan dönerken gazetecilerle sohbetinde karşılaştığı sorulardan biri, “Amerika gazetelerinde bazı manşetler gördük bugün. Sizinle ilgiliydi o manşetler, ‘Erdoğan krizden kaçtı, geri adım attı’ gibi... Bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?” olmuştur.
Erdoğan’ın “Ben nasıl geri adım attım? Ben taaruzdayım. Benim kitabımda geri adım atmak yok” yanıtını tetikleyen, işte bu “geri adım” temalı sorudur.
TARTIŞMANIN MERKEZİNDE VİYANA SÖZLEŞMESİ YATIYOR
İki tarafın yorum farklılıklarından kaynaklanan bu ikiliğin bundan sonra da devam etmesi şaşırtıcı olmamalıdır. Ancak burada altını çizmemiz gereken önemli bir nokta, bu farklılıklar ne olursa olsun, Ankara’daki 10 büyükelçiliğin Osman Kavala ile ilgili 18 Ekim tarihli ilk ortak açıklamalarının dün itibarıyla hepsinin sosyal medya hesaplarında durmaya devam ettiğiydi.
Büyükelçiliklerden dokuzunun aynı sosyal medya hesaplarında 25 Ekim tarihi itibarıyla ABD Büyükelçiliği’nin “ABD, Diplomatik İlişkiler Hakkındaki Viyana Sözleşmesi’nin 41. maddesine riayet etmeyi teyit eder” şeklindeki paylaşımının retweet edilmiş mesajları da karşımıza çıkmaktaydı.
Sonuçta Türkiye ile Batı dünyasının önde gelen bir dizi ülkesi arasında Osman Kavala’nın tutukluluğu üzerinden ortaya çıkan sorun, aslında bu sosyal medya mesajları üzerinden ilişkilerin üzerinde -kriz yatışmış olsa da- asılı durmaya devam etmektedir.
Bu arada, 1961 yılında imzalanıp 1964 yılında yürürlüğe giren Viyana Sözleşmesi de bugünlerde Türk kamuoyunun en sık duyduğu uluslararası anlaşma haline gelmiştir. Çünkü yürütülen bütün tartışma, büyükelçiliklerin yaptığı 18 Ekim tarihli açıklamanın Viyana Sözleşmesi’ne uygun olup olmadığı sorusu üzerinde düğümleniyor.
Diplomasi hukukunu düzenleyen bu sözleşmenin en kritik hükümlerinden biri, diplomatların görev yaptıkları ülkelerdeki statülerine ilişkin 46’ncı maddesinin birinci fıkrasında yer alıyor. Bu maddede “Kabul eden Devletin kanunlarına ve nizamlarına riayet etmek... bu gibi ayrıcalıklardan ve bağışıklıklardan yararlanan her şahsın görevidir. Anılan Devletin iç işlerine karışmamak da bu şahısların keza görevidir” deniliyor.
ABD NE DİYOR, TÜRKİYE NE SÖYLÜYOR?
İmzacı büyükelçiler, geçen hafta salı günü uyarılmak üzere Dışişleri Bakanlığı’na çağrıldıklarında, kendilerine Viyana Sözleşmesi’nin 41’inci maddesine aykırı hareket ettikleri hatırlatılmıştır.
Hafta sonunda krizi çözmek üzere Dışişleri Bakanlığı ile büyükelçilikler arasında yürütülen müzakereler de “Viyana Sözleşmesi’nin 41. maddesine riayet edileceği” yolundaki bir beyan üzerinden çözüme bağlanmıştır.
Türk tarafı, ABD’nin sözleşmenin bu maddesine uyulacağına ilişkin 25 Ekim tarihli beyanını, 18 Ekim ortak açıklamasında hatalı hareket edildiğinin kabulü ve böyle bir hareket tarzının bundan sonra tekrarlanmayacağı yolundaki bir taahhüt olarak yorumlamakta ve kamuoyuna da bu şekilde takdim etmektedir.
Buna karşılık ABD yönetimi, 25 Ekim duyurusunu kendi kamuoyuna takdiminde, Kavala’nın serbest bırakılması çağrısının yer aldığı 18 Ekim ortak açıklamasının zaten Viyana Sözleşmesi’ne aykırı bir hareket olmadığı tezini savunuyor.
KRİZİN BIRAKTIĞI TECRÜBE VE BUNDAN SONRASI
25 Ekim açıklamasının nasıl yorumlanacağı, Washington D.C.’de önceki gün Beyaz Saray’da ve pazartesi günü de özellikle Dışişleri Bakanlığı’ndaki basın brifinglerinde geniş bir şekilde tartışılan konular arasında yer almıştır. ABD Dışişleri Sözcüsü Ned Price, bir soru üzerine “18 Ekim’de diğer dokuz büyükelçilikle birlikte yayımladığımız açıklama Viyana Sözleşmesi’nin 41’inci maddesine uygundur” diye konuşmuştur. Price, “18 Ekim açıklamasındaki ilkeler, taahhütler, bu olayda diğer dokuz ülkeyle paylaştığımız evrensel ilke ve taahhütlerdir” diye eklemiştir.
Bu ifadelere bakıldığında, ABD tarafının insan hakları konularının kamuoyu önünde gündeme getirilmesinin Viyana Sözleşmesi çerçevesinde içişlerine müdahale sayılmaması gerektiği şeklinde bir tezden hareket ettiğini söylemek mümkündür.
Zaten Beyaz Saray Sözcüsü Psaki de “Türkiye de dahil olmak üzere dünyada aktivistlerin, gazetecilerin tutuklanmaları üzerinde ne düşündüğümüzü açıkça söylemeye devam ediyoruz. Aynı zamanda bu olayda olduğu gibi kaygı duyduğumuz konuları, bazen görüşmeler yoluyla bazen de kamuoyuna açık bir şekilde gündeme getiriyoruz” diye konuşmuştur.
Yine de yaşanan krizin tecrübesi ışığında, bundan sonraki dönemde başta ABD olmak üzere ilgili ülkelerin Türkiye hakkında insan hakları, hukuk, demokrasi gibi başlıklardaki eleştirel kamuoyu açıklamalarını -Ankara’daki büyükelçilikleri aracılığı yerine- doğrudan kendi başkentlerinde yapmaları muhtemel görülmelidir.
Paylaş