Paylaş
Rusya’nın eylemlerinin “jeostratejik sonuçlara yol açacağı” da duyuruldu bu metinde.
İttifakın tam bir görüşbirliği içinde bu mesajları vermesi, kuşkusuz kuvvetli bir dayanışma gösterisidir. Benzer mesajların önümüzdeki günlerde en üst düzeyde NATO liderleri tarafından da tekrarlanacağı anlaşılıyor.
Ancak NATO merkezinden gelen son derece çarpıcı ifadelerle kaleme alınmış bu metinler bir gerçeğin üstünü örtmeye yetmiyor. O da şudur: Başını ABD’nin çektiği Batı dünyası, derinleşmekte olan son krizde hangi araç ve yöntemleri devreye sokarsa soksun, Rusya Lideri Vladimir Putin’i Ukrayna’yı işgale girişmekten alıkoyamamıştır.
Putin, önce Ukrayna’nın kuzey ve doğu sınırları boyunca tatbikat gerekçesiyle 150 bin kişilik bir askeri güç yığmıştır. Ardından hafta başında yaptığı Batı’ya meydan okuma açıklamasını izleyen ikinci bir hamleyle dün gece yarısı Ukrayna’ya saldırmıştır. Sonrasını televizyonlardaki korkutucu savaş görüntülerinde hep birlikte izliyoruz.
*
Göz göre göre gelen bir işgal karşısında, Putin’i bu adımı atmadan önce iki kez düşünmeye sevk edememiştir Batı dünyası. Galiba böyle bir caydırıcılığı yaratacak araçlar da yoktu Batı’nın elinde.
Meselenin temelinde, Rusya Lideri Putin’in daha işin başında Batı dünyasının Ukrayna nedeniyle kendisiyle bir çatışmaya girmek istemediğini görmesi geliyor. ABD’nin kendi iç sorunlarıyla meşgul olması, Avrupa kamuoylarında savaşa karşı olan baskın eğilimler, Rusya Lideri’nin istediği gibi hareket edebileceği yolundaki kanaatini pekiştirmiş olmalıdır.
Bir anlaşmazlıkta taraflardan biri savaşmayı göze alamadığını daha baştan belli ettiği ve karşı tarafın da sonuç almak için zaten güç kullanmaya arzulu olduğu ve bundan çekinmediği bir durumda diplomasi seçeneklerini işletebilmek ve böylelikle barışçı bir dengenin kurulmasını beklemek, ne yazık ki çok gerçekçi görünmüyor.
Bu noktada Batı dünyasının önde gelen liderlerinin krizin ilk evresinde ne ölçüde etkili bir liderlik sergiledikleri de herhalde sonraki dönemde kanaat önderleri ve tarihçiler tarafından uzun uzun tartışılacaktır.
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un Kremlin nezdinde doğaçlama yürüttüğü diplomasi girişimleri, Almanya’da yeni kurulan Koalisyon Hükümeti’nin başlangıçtaki mütereddit halleri, ABD Başkanı Joe Biden’ın daha ilk baştan askeri güç kullanmayacağını duyurması gibi birçok faktör yan yana dizildiğinde, Putin oyun planını kolaylıkla sahaya sürebileceği elverişli bir ortamın kendisini beklediğini değerlendirmiştir muhtemelen.
Sonraki süreçte işin ciddiyet derecesinin yükselmesiyle birlikte Batılı aktörlerin tepki göstermek üzere seferber olmaya başladıklarında, Putin zaten geri dönüşü olmayan noktayı çoktan geçmişti.
*
İşlerin buraya kadar varmasının bununla bağlantılı ikinci bir nedenine gelelim. NATO 2008 yılında Ukrayna’yı ittifaka üye yapma kararını aldıktan sonra bu kararın gerisini getirebilmiş olsaydı, bugün Avrupa’da karşımızda bambaşka bir jeopolitik güç dengesi söz konusu olacaktı. Ancak NATO’nun sonradan hayata geçirmekten kaçındığı bu ilke kararını almış olması keyfiyeti, Rusya’yı ittifak karşısında güvenlik kaygılarına itmiş, bunun sonucu Ukrayna’yı Putin’in gözünde hedef haline de getirmiştir.
Ukrayna bugün ittifaka üye olsaydı, NATO Antlaşması’nın “Bir müttefike yapılmış olan saldırı herkese yapılmış sayılır” anlamına gelen beşinci maddesindeki güvenlik garantisi işleyecek, Rusya karşısında 30 üyeden oluşan NATO ittifakının tümünü bulacaktı. Teorik olarak bu durumun, bütün NATO’ya savaş açmak istemeyeceği varsayılarak, Rusya’yı caydırması beklenirdi.
Tabii 2008 yılındaki NATO kararının gereği yerine getirilseydi, muhtemelen 2014’te Rusya’nın Kırım’ı işgal ve ilhak
etmesi, ardından Ukrayna’nın doğusundaki Luhansk ve
Donetsk bölgelerinde ayrılıkçıların yine Rusya’nın teşviki ve desteğiyle ülkeden kopma yolunda harekete geçmeleri belki önlenebilirdi.
Geriye dönük baktığımızda şu gözlemi de öne sürebiliyoruz: Ukrayna NATO’ya üye olmasa da, Rusya’nın 2014’te Kırım’ı işgali karşısında Batı dünyası gerçekten sonuç yaratacak kuvvetli bir tepki sergileyebilmiş olsaydı, olayların akışı farklı yönde gidebilirdi.
Kabul edelim ki, 2014 sonrası Batılı ülkeler tarafından uygulanan yaptırımlar Rusya’yı etkilemek anlamında sonuçsuz kalmıştır. Rusya’nın bugünkü ekonomik kapasitesine, sahadaki davranışlarına, sergilediği askeri yeteneklere baktığımızda, Batı’nın yaptırımlarından etkilenmiş, sarsılmış bir ülkeyle karşılaşmıyoruz. Rusya tam aksi bir görüntü veriyor.
Putin, Kırım’ı işgalinde Batı dünyasının kendisiyle çatışmaya girmekten kaçındığını görmüştür. ABD’de Barack Obama’nın başkanlığına rastlayan o dönemin zayıf tepkisi, yaklaşık sekiz yıl sonrasında Rusya Lideri’nin dün sabah sahneye koyduğu pervasız saldırganlığının da zeminini hazırlamıştır.
*
Şimdi Batı dünyası önünde ciddi bir inandırıcılık meselesi beliriyor. Rusya’ya uygulanacak yaptırımların bu kez 2008’dekilere kıyasla çok daha etkili olacağı beyan ediliyor. İlk bakışta yaptırımların öncekilere kıyasla daha “can acıtıcı” olacağı anlaşılıyor.
Karşımızdaki soru, bu önlemlerin gerçekten Rusya’yı bundan sonra atacağı adımlardan alıkoyup alıkoymayacağıdır. Putin’in Ukrayna stratejisini şekillendirirken Batı’nın misilleme olarak kendisine karşı yapacağı hamleleri hesaplamamış olması düşünülemez. Belli ki, bu yaptırımların yaratacağı sonuçları göze almış, ortaya çıkacak olumsuzluklarla yaşayabileceğini hesaplamıştır. Kurguladığı otoriter rejimde bütün ipleri herhangi bir denetim olmaksızın tek başına elinde tutması, kuşkusuz Putin’in işini kolaylaştıran bir faktördür.
Yaptırımların etki gücüyle paralel giden bir diğer soru, Putin’in Ukrayna’daki oyun planı içinde nerede duracağıdır. Başlattığı askeri harekâtta Donbas bölgesinin tümünü ele geçireceği ve Rusya’ya ilhak edeceği bir noktada mı duracaktır? Yoksa muhtelif yöntemler kullanarak mevcut seçilmiş Batı yanlısı hükümetin devrilmesini hedefleyen bir strateji uygulayıp Kiev’de kendisine yakın bir yönetimin kurulmasına kadar gitmeyi deneyecek midir?
*
Putin’in nihai hedefi Ukrayna’yı yeniden Rusya’nın nüfuz alanına çekmek olduğuna göre, bu ihtimal hiçbir şekilde göz ardı edilemez. Ancak Putin’in kendi iradesini Ukrayna halkının özgür iradesinin üzerine geçirmeye kalkışması, Ukrayna’yı topyekûn bir istikrarsızlık, sosyal çalkantı ve türbülansın içine itecektir.
Dolayısıyla önümüzdeki dönemde Batı dünyasının önemli bir sınavı, Putin’in dizginlenmesi suretiyle Ukrayna’nın saldırı altındaki demokrasisinin, seçilmiş meşru hükümetinin yaşatılıp yaşatılamayacağı başlığında beliriyor. Bütün bu kaotik sürecin sonunda Putin yanlısı bir ekibin zorlamayla işbaşına gelebileceği bir senaryo Batı dünyası açısından da büyük bir prestij ve güç kaybı olacaktır.
Burada mesele yalnızca Kiev’deki hükümetin Batı yanlısı olup olmaması değildir. Yöntem olarak kaba gücü, şiddeti, savaşı seçenlerin kazançlı çıktıkları bir tablo, 21’inci yüzyılda nasıl bir dünyada yaşayacağımız sorusu açısından da önemli sonuçlar taşıyacaktır.
Paylaş