Paylaş
Günlerdir Ayasofya dosyasının tarihi, hukuki, dini yönleri üzerinde kamuoyunda hararetli bir tartışma cereyan ediyor. Mesele siyasetin de öncelikli konularından biri haline gelmiş, hatta önceki gün TBMM’de yapılan bir oylamaya da konu olmuştur. Muhalefetteki İYİ Parti’nin Ayasofya’nın ibadete açılması hususunda meclis araştırması yapılması talebiyle verdiği grup önergesinin gündeme alınması AK Parti oylarıyla reddedilmiştir.
Meselenin daha bir süre sıcak bir şekilde gündemimizde kalacağı anlaşılıyor. Tartışma devam edecekse, Fatih Sultan Mehmed’in 1453 yılında İstanbul’u fethetmesiyle birlikte kiliseden camiye çevrilen bu mekânın statüsünün 1934 yılında Atatürk tarafından neden değiştirildiği sorusuna da yanıt aramamız gerekir.
PROF. TOPRAK: ATATÜRK’ÜN HÜMANİST BAKIŞININ İFADESİ
Atatürk’ün hangi düşüncelerle Ayasofya’yı müze yaptığını, hangi mülahazaların onu bu karara yönelttiğini anlamaya çalışmak hem ona saygımızın gereğidir, hem de meseleyi bütün boyutlarıyla anlamamıza yardımcı olacaktır.
Bu soruları değerli tarihçimiz Koç Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Zafer Toprak’a sorduğumuzda şu karşılığı alıyoruz:
“1930’lu yıllarda Cumhuriyet projesinin önemli bir boyutu Türkiye’nin yeni insanını inşa ederken onun geçmişle bağını güçlendirecek açılımlardan geçiyordu. Atatürk de Türkiye’nin tarihini, geçmişini bu topraklardaki bütün uygarlıkları da kapsayan bir derinlik içinde görüyordu. Bu bakış, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan önce de Anadolu’da var olmuş bütün uygarlıkları, bu çerçevede Doğu Roma İmparatorluğu’nu da kapsayan bir bütünlük içeriyordu. O yıllarda arkeolojinin ve müzelerin önem kazanması çabaları hep bu bakış içinde değerlendirilmelidir. Müzeler bu bakışın önemli bir aracıydı. Ayasofya’nın müze yapılması kararı bu çerçevede görülmelidir.”
Prof. Toprak, 1934 yılında alınan kararı doğrudan “Atatürk’ün hümanist bakışı ve uygarlık anlayışının bir sonucu” olarak görüyor ve şöyle diyor:
“Atatürk bu adımı ‘Batı ne der’ diye atmamış, tümüyle kendi hümanist görüşü doğrultusunda hareket ettiği için bu kararı almıştır. Bu, kendi birikiminin, değerlerinin, felsefi bakışının bir yansımasıdır. Böylelikle, Ayasofya’yı insanlığın ortak mirasının bir parçası haline de getirmiştir.”
SULTANAHMET MEYDANI’NDAN YÜKSELEN MESAJ
Atatürk, Hıristiyan dünyası için büyük değer taşıyan bir yapıyı müze statüsüne sokarken bir bakıma Cumhuriyet’e vermek istediği kimliği de tanımlamaktadır. Bu, kendi baskın Türk ve İslam dokusunun yanı sıra o ülke topraklarında var olmuş bütün dinlere, kültürlere, uygarlıklara hoşgörüyle bakan, onlarla köprüler kuran bir kimlik olmalıdır.
Sonuçta Atatürk’ün bakışında, Sultanahmet Meydanı’nın bir tarafında Müslümanların ibadethanesi Sultanahmet Camisi ile meydanın hemen karşı tarafında Hıristiyanların kutsal gördüğü Ayasofya’nın bugün müze kimliğiyle karşı karşıya birbirlerine bakıyor olmaları, farklı dinlerin, kültürlerin bir arada var olabildiklerini, barış, karşılıklı saygı ve armoni içinde yan yana durabildikleri mesajını da içeriyor.
Muhtemel bir statü değişikliğinin Sultanahmet Meydanı’ndan dünyaya yayılan bu mesajı ne şekilde etkileyebileceğini etraflıca düşünüp tartmak durumundayız.
OSMANLI’NIN DÜNYADAKİ İZLERİNİN SİLİNMESİNİ İSTEMİYORSAK
Meselenin bir de el değiştiren topraklardaki tarihi, dini eserlerin statüsüne ilişkin ezeli tartışmayla ilgili bir boyutu da var. Tarihte karşımıza hangi örnekler çıkarsa çıksın, yakın zamanlarla birlikte bu varlıkları olduğu gibi koruma ya da müze yapma, kültür merkezi olarak değerlendirme eğiliminin yerleştiğini söyleyebiliriz. Macaristan’ın Osmanlı döneminden kalan eserlerin çoğunu müze ya da kültür merkezi gibi değerlendirmesi bu çerçevede bir örnek olarak verilebilir.
Tabii, Türkiye’nin muhakkak dikkate alması gereken hassas bir konu daha var. Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı olarak dünyanın her bir noktasında bu imparatorluğun eserlerine sahip çıkmakta, bu izlerin silinmesiyle ilgili her türlü çabaya kuvvetle karşı durmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye’nin atacağı her adımı bu konudaki haklı tutumunun tutarlılığı açısından değerlendirmesinde de yarar var.
Son tahlilde bu tartışma hepimizi tarihimize nasıl bakmamız gerektiğiyle ilgili bir fikir egzersizine davet ediyor. Tarih boyunca bu topraklarda var olmuş bütün uygarlıkların, imparatorlukların mirasını korumak, üzerine titremek Türkiye’nin her şeyden önce kendi değerlerine, tarihe ve insanlığa karşı bir sorumluluğudur.
Hangi ırka, millete, dine, mezhebe bağlı olursak olalım temel doğru değişmiyor. Hepimiz aynı insanlık mirasının varisleriyiz. O miras hepimizin.
Paylaş