Paylaş
Suriye’nin PKK’dan desteğini çekmesiyle sonuçlanan tarihi ‘Adana Mutabakatı’ 20 Ekim 1998 tarihinde imzalandı. Bu anlaşmanın hemen öncesinde Suriye’yi terk etmek zorunda kalan Öcalan, Yunanistan ve İtalya’daki konaklamaları sonrasında iki kez Rusya’ya sığındı. Öcalan, ikinci kez gittiği Rusya’dan Türkiye’nin baskısı sonucu 29 Ocak 1999 tarihinde çıkarıldı. Bütün bu sürece FSB’nin o dönemdeki direktörü olarak Putin’in yakından dahil olduğunu tahmin etmek güç değil.
Talihin cilvesine bakın... Bundan 20 yıl önce Rusya’nın istihbarat şefi olduğu sırada Putin’in önüne gelen Öcalan krizi, Adana Mutabakatı’na yol açan sürecin bir sonucuydu. Putin, geçen çarşamba günü bu kez Rusya Cumhurbaşkanı sıfatıyla, konuğu Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a Suriye’deki ‘güvenli bölge’ tartışmalarında çıkış yolunu yine Adana Mutabakatı üzerinden gösteriyordu.
*
Kabul edelim ki, Rusya lideri, Kremlin’de yaptığı bu sürpriz hamleyle Suriye krizinde yepyeni bir durum yaratmış, Türkiye’ye son haftaların en sıcak konusu olan ‘güvenli bölge’ sorununun çözümü için çerçeve oluşturabilecek bir yöntem göstermiştir. Buna göre, madem Adana Mutabakatı Suriye’ye PKK terörünü desteklemekten kaçınma yükümlülüğünü getiriyor, bu mutabakat işletilerek Türkiye’nin kaygıları pekâlâ karşılanabilir.
Burada önem taşıyan bir nokta, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Rus muhatabının bu hamlesine ilke olarak olumlu bakması, söz konusu mutabakatı “Türkiye’nin bölgedeki ağırlığını hissettirebileceği önemli bir anlaşma” şeklinde nitelendirmesidir. Bir anlamda, Putin’in hamlesine Erdoğan “Ben varım” karşılığını vermiştir.
Putin, muhtemelen bu çıkışıyla Ankara ile Şam arasında normalleşmenin de önünü açarak, Esad rejimini sağlamlaştırma stratejisine uygun bir adım attığını hesaplamaktadır. Ayrıca, Adana Mutabakatı işletilirse, Esad rejiminin de kendi güvenliğini gerekçe göstererek Türkiye’nin silahlı muhalefete sağladığı desteği tartışmaya kalkışması ihtimali göz ardı edilmemelidir. Putin, hamlenin bu boyutunu da hesaplamış olmalıdır.
*
Her halükârda Putin’in önerisine verilen olumlu karşılık, Türkiye’yi Suriye krizinde 2011 sonrasındaki en hassas dönemeçlerden birine doğru yöneltmektedir. Çünkü, Adana Mutabakatı’nın yeniden işletilmesi, iki ülke arasındaki ilişkilerin kopuk olduğu dikkate alındığında, kaçınılmaz olarak tarafların karşılıklı irade beyanlarını gerekli kılacaktır.
Bu arada unutmayalım ki, Adana Mutabakatı’nda öngörülen işbirliğini genişletmek üzere 21 Aralık 2010 tarihinde iki ülke arasında imzalanan ‘Teröre ve Terör Örgütlerine Karşı Ortak İşbirliği Anlaşması’ da üç yıl süreliydi. Türkiye’nin 2011’de patlak veren iç savaşta açıkça muhalefetten yana taraf olup Esad rejimiyle bütün köprüleri atmasının ardından bu anlaşma da zaten uygulamadan çıkmıştır.
Geldiğimiz noktada Ankara’nın Esad rejimiyle ilişkileri normalleştirmesi başlığında ciddi güçlükleri var. Erdoğan’ın Moskova’dan dönerken “Bizim bir milyona yakın insanın ölümüne sebep olmuş, milyonları göçe zorlamış biriyle üst düzey temasımız olmaz” şeklindeki sözleri, kendisinin ilk bakışta diyaloğa sıcak bakmadığı izlenimini veriyor. Gelgelelim, Cumhurbaşkanı’nın kapıyı tümüyle kapatmadığını da söyleyebiliriz. “Üst düzey temasımız olmaz” dediğine göre bu ifadenin pekâlâ ‘alt kademe’ temasların olmasına dönük bir esneklik taşıdığını ileri sürebiliriz. Zaten istihbarat servisleri arasında zaman zaman temaslar olduğu bir sır değil.
Ancak neresinden bakarsak bakalım, Putin’in, bu hamlesiyle Ankara ile Şam arasında diyaloğun yeniden kurulması meselesini Türkiye’nin gündemine taşıdığını teslim etmeliyiz. Aslında Putin’den bağımsız olarak da iç savaşın son perdesine girdiğimiz bir dönemde sahadaki gelişmelerin seyri Türkiye’yi kaçınılmaz bir şekilde ‘rejimle ilişki kurmayı reddetme’ politikasını gözden geçirmeye zorlamaktadır.
Uluslararası sistemin -bütün çekincelerine rağmen- meşru otorite, dolayısıyla muhatap kabul ettiği bir rejimi Türkiye’nin yok saymak gibi bir lüksü bulunmuyor. Suriye Pasifik’teki bir ada cumhuriyeti olsaydı belki böyle bir ayrıcalığımız olabilirdi.
*
Bu noktada şu gerçeğe de dikkat çekelim. Türkiye, Suriye’deki rejimle konuşmadığı sürece, bu ülkeyle diyaloğunu aracılar üzerinden yürütmek zorunda kalmaktadır. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavusoğlu, bir süre önce “Genelde mesajlar İran ya da Rusya üzerinden gidiyor geliyor, bir şey olduğu zaman...” diyerek bu trafiğin işlediğini kabul etmişti. O zaman Türkiye 911 kilometre sınırı olan güney komşusu ile bütün karmaşık sorunları her seferinde Tahran ve Moskova üzerinden mi halledecektir?
Evet, bazı zor tercihler Ankara’nın önünde asılı duruyor.
Paylaş