Paylaş
Bu sözleri sarf eden kişi sizce kim olabilir?
Yanıt: Adalet Bakanı Abdulhamit Gül...
Gül, ardından ekliyor: “Ancak eksik, hatalı karara karşı bir itiraz yolunun, bir düzeltme mekanizmasının olduğunu, hukuk düzeni içerisinde olduğumuzu da asla unutmamamız gerekmektedir.”
Bu sözleri, yargıdan çıkan kararlar konusunda bizzat Adalet Bakanı’nın da belli çekinceler taşıdığının bir ifadesi olarak görülebilir.
*
Adalet Bakanı’nın bu ifadesiyle geçen pazartesi günü Bursa’da düzenlenen, çok sayıda yargı mensubunun katıldığı Adalet Bölge Toplantısı’nın açılışında yaptığı konuşmada karşılaştım.
Bakanın konuşması, bir yönüyle yargı alanında bugün yaşanan sorunlara ve bunların çözümüne dönük bakışını yansıtırken, aynı zamanda yargı sisteminin işleyişiyle ilgili eleştirilere de yanıt vermeyi amaçlıyor. Ancak bunu yaparken yargı kararlarında problemli alanların varlığını da kabul ediyor.
Gül, konuşmasında ayrıca “adaletin fiziki çehresini değiştiren altyapı yatırımları gerçekleştirdiklerini, yargıya hız ve kalite getiren teknoloji kullanımıyla çığır açtıklarını” anlatıyor.
*
Gül’ün yargı bağımsızlığı ve yargıyı hedef alan eleştiriler konusundaki sözlerinin üzerinde durmak gerekiyor. Bakan, önce bir hukuk devletinde yargı yetkisinin münhasıran yargıya ait olduğunu vurguluyor, “Ama bazen bu kaideyi hatırlatmak durumunda kalıyoruz” diye konuşuyor.
Bakan, -toplumun hassasiyet gösterdiği bazı olaylarda- “bu hassasiyeti kullanarak yargı yetkisini etki altına almaya dönük söylemler”den söz ediyor, “Hepimizin müşterek duygularına, ortak vicdanına hitap eden olayların soruşturma ve davalarını, bağımsız ve tarafsız yargıyı yıpratma kampanyasına dönüştürme girişimlerini asla kabul etmeyiz” diyor.
Bu sözlerin gerisinde, toplumda hassasiyet yaratan davaların seyrine gösterilen sert tepkilere dönük bir rahatsızlığın yattığı söylenebilir.
Gelgelelim, bu davaların önemli bir bölümünün kamuoyunun vicdanını rahatlatan bir şekilde ilerlemediği de ortadadır. Örneğin, 2018 yılında Çorlu’da meydana gelen ve 25 vatandaşımızın hayatını kaybettiği tren kazasıyla ilgili yargılama sürecinin gidişatı, sözünü ettiğimiz durumun çarpıcı bir örneği olarak gösterilebilir. Kadınlara dönük şiddete ilişkin yargılamalar da keza bu grupta görülebilir.
Ayrıca, topluma mal olan ve büyük rahatsızlığa yol açan kimi iddialar karşısında savcıların soruşturma süreçlerini başlatmak konusundaki edilgenlikleri de son dönemde yargıya bakışı olumsuz etkileyen bir başka faktör olmuştur.
*
Konuşmasında benim en çok dikkatimi çeken bölümlerden biri, Gül’ün “Yargıyı yargıya bırakın, işini yapsın diyoruz. Yargısız infaza herkes için karşı çıktığımız gibi, yargının da yargısız infazını asla kabul etmiyoruz. Yargıyı yargıya bırakacak bir hukuk kültürünü medyasıyla, siyasetiyle, akademi ve sivil toplum kuruluşlarıyla hep beraber oluşturmamız gerekmektedir” şeklindeki sözleri oldu.
Bakanın “yargıyı yargıya bırakacak hukuk kültürünü oluşturma” gereğinden söz ederken diğer kurumların yanı sıra siyaset kurumuna da burada görev düştüğünü vurgulama ihtiyacını duyması, kuşkusuz kayda değerdir. Burada olması gereken ideal durumu tarif ediyor Gül.
Bu durumda, yargıya siyaset kurumundan, bu çerçevede muhalefetin yanı sıra iktidardan da gelebilen sert eleştirilerin yarattığı müdahalelerin ciddi bir sorun olarak kabul edilmesi gerekmez mi?
Eğer yargı yargıya bırakılacaksa, bu noktada yargı bağımsızlığına gereken özeni göstermek konusunda siyaset kurumuna da önemli bir görev ve sorumluluk düşmüyor mu?
*
Bu arada, bakanın kararlara itiraz ve düzeltme süreciyle ilgili sözlerinde altı çizilmesi gereken kritik bir husus da şudur. İtiraz sürecinde düzeltme yönündeki kararlar pekâlâ daha sonra birinci derece mahkemelerde direnç görebiliyor. Örneğin, bazı birinci derece mahkemelerin Anayasa Mahkemesi’nden çıkan ihlal kararlarını uygulamayacakları yolunda meydan okuyan açıklamalarıyla karşılaşılabiliyor.
Bunun gibi temel bir sorun, Anayasa Mahkemesi’nin yanı sıra, AİHM’in bir dizi kritik kararının -Türkiye’nin bu kararları uygulama yükümlülüğüne rağmen- yerine getirilmemesidir.
*
Aynı hitabında “Adliyenin kapısı adaletin kapısıdır” diye de konuşuyor Adalet Bakanı.
Konunun tam özüne parmak basmış oluyor bu sözleriyle. Çünkü bütün mesele, bakanın atıf yaptığı ileri teknoloji donanımlı yeni adliye binalarının kapılarından içeri girildiğinde, adaletin, adil bir yargılamanın sonucu olarak ne ölçüde bağımsız, tarafsız bir şekilde tecelli ettiği sorusudur.
Hepsinden önemlisi, toplumun geniş kesimlerinin bu konuda yargıya ne oranda güven duyduğudur.
Metropoll araştırma şirketinin geçen haziran ayında yaptığı bir ankette kurumlara güven ölçülürken, yargı ve mahkemelere güven 10 puan üstünden 4.2 çıkmıştır. Ordu 7.1 ile birinci sırada geliyor bu araştırmada.
İlginç olan bir nokta, geriye dönük sonuçlar da incelendiğinde yargı ve mahkemelere güvenin 2016 yılı mart ayında 5.6 olmasıdır. Bir başka anlatımla, geçen beş yıl içinde yargının güven notu 5.6’dan 4.2’ye gerilemiştir.
Aslında yargıya güveni ölçmeyi hedefleyen başka kamuoyu yoklamalarına bakıldığında da genellikle çok farklı sonuçlara rastlamak söz konusu değildir.
*
Görüleceği gibi, adaletin fiziki altyapısındaki gelişmelerle yargıya güven arasında bir ters orantı karşımıza çıkıyor. Benzer şekilde, son yıllarda birbiri ardına çıkan pek çok yargı reformu paketinin de toplumun yargıya güvenini yukarı doğru çekmek yönünde somut bir etki icra edemediği anlaşılıyor.
Çözüm, adalete açılan adliye kapılarının gelecekte yargı bağımsızlığını kuvvetli bir şekilde koruyabilmesinden geçiyor.
Paylaş