Paylaş
Yaşanan sıcak krizde Yunanistan’ın kıta sahanlığı tezlerini ilgilendiren bir anlaşmazlıkta üyesi olduğu AB’yi bir blok olarak yanına çekememiş olması ve bu süreçte AB içinde ciddi bir bölünmenin yaşanması Türkiye açısından yapılacak muhasebedeki artılardan biridir.
AB, tam üyesi olan Yunanistan, Kıbrıs Rum Yönetimi (KRY) ve onlara hamilik eden Fransa gibi ülkelerin yaptırım uygulanması konusundaki bütün dayatmalarına karşılık, bu yola girmeyip Türkiye’deki büyük stratejik çıkarları ile üyelerinin beklentileri arasında bir orta yol bulmaya çalışmıştır. Bu sonucun alınmasında Almanya’nın AB dönem başkanı olarak kullandığı inisiyatifin, bu çerçevede Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in ağırlığını koyarak izlediği siyasetin rolünü teslim etmek gerekir.
Tezlerini ortaya koymak için sahada ‘sert güç’ yöntemine de başvuran Türkiye’nin gerilimin en yüksek çizgiye çıktığı noktalarda birden attığı sürpriz adımlarla sergilediği esneklikler, diplomasi zemininde bir çıkış yolu açmaya çalışan Almanya’nın elini güçlendirmiştir.
*
İşin bu kısmı olumlu görünmekle birlikte zirvede alınan kararların eksi hanesindeki unsurlara da bakmalıyız. Açıklanan metinde Türkiye ile ilgili rahatsız edici birçok ifadeye de rastlamak mümkün. Örneğin, doğrudan bir yaptırım kararı çıkmasa da, gerektiğinde Türkiye’ye karşı AB antlaşmalarının ilgili maddeleri çerçevesindeki bütün araç ve seçenekleri kullanma taahhüdüne de yer verilmiştir. Bu seçenek, Türkiye’nin -uluslararası hukuku ihlal eden tek taraflı eylem ve provokasyonlarını tekrarlaması halinde- devreye sokulacaktır metne göre.
AB, Türkiye’ye karşı elinde böyle bir kartı tuttuğunu da duyurmuş oluyor. Ancak Doğu Akdeniz’de yeni bir krizin patlak vermesi halinde AB’nin Türkiye’ye yaptırım uygulamayı göze alıp alamayacağı tartışmaya çok açık bir konudur.
Bu zirve kararları ile çizilen çerçeve üzerinden yol alınabilmesi büyük ölçüde uygulamaya bağlı olacaktır. İyimser açıdan yaklaşırsak, Türkiye ile Yunanistan arasında kıta sahanlığı gibi sorunlara ilişkin istikşafi görüşmeler başlar, ardından askerler arasındaki görüşmeler ve üçüncü bir düzlemde siyasi danışmalar bu adımı izlerse, iki ülke arasındaki ilişkilerde yeni bir durum ortaya çıkacaktır.
Bu yumuşama ortamı sürdürülebilirse, deniz yetki alanları gibi anlaşmazlık konuları masada müzakere edilirken Türkiye de muhtemelen Oruç Reis araştırma gemisini yeniden Akdeniz’in ortasına gönderip sismik araştırma yapma ihtiyacını duymayacaktır. Dolayısıyla, kısa dönemde bir sonuç alınamasa bile en azından müzakere sürecinin canlı tutulması yeni bir kriz ortamının belirmesini önleyeceğinden AB cephesinde de işleri kolaylaştıracaktır.
*
Görebildiğimiz kadarıyla buradaki potansiyel bir sıkıntı daha çok KRY’nin Kıbrıs adasının güneyinde araştırma yapan ‘Yavuz’ ve ‘Barbaros Hayreddin Paşa’ gemilerinin faaliyetlerini gündeme getirmesinden kaynaklanabilir. Örneğin, ‘Yavuz’ TPAO’nun ruhsat aldığı parsellerde sondaj yaparken, KRY burasını kendi münhasır ekonomik bölgesi olarak görüyor. Keza, ‘Barbaros Hayrettin’in KKTC’nin ruhsat verdiği parseller üzerinde araştırma yapması da yine KRY’nin benzer itirazlarıyla karşılaşıyor.
AB zirve kararlarında Kıbrıs’ın doğal kaynaklarının adadaki taraflar arasında adil bir şekilde dağıtılması gerektiğine ilişkin herhangi bir beyana yer verilmemiş olması, kuşkusuz AB açısından hakkaniyetli bir tutum değildir.
AB, muhtemeldir ki bu gibi sorunların toplanması hedeflenen Doğu Akdeniz Konferansı’nda ele alınabileceğini düşünüyor. Açıklanan kararlarda Türkiye’nin arzu ettiği gibi Doğu Akdeniz’deki sorunlar için çok taraflı bir konferans toplanması çağrısında bulunulması, Ankara açısından olumlu bir gelişmedir. Bu konferansın hangi esaslar üzerinden nasıl bir formatta organize edileceği zorlu bir diplomasi faaliyetini gerekli kılacaktır. KKTC’nin katılımı meselesi daha şimdiden konferansın formatıyla ilgili hassas bir başlık olarak görülebilir.
Doğu Akdeniz’e kıyısı olan ülkelerle AB’den birçok aktörün katılacağı bu konferansın gündemi deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasından enerjiye, göç meselesinden ekonomik işbirliğine kadar çok geniş başlıklara yayılacaktır. Bu kadar çok aktörün, dolayısıyla bu kadar farklı çıkarların denkleme girdiği bir konferansın işleyişi başlı başına ilginç bir tecrübe oluşturacaktır.
Kabul edelim ki, son dönemde Doğu Akdeniz’de Yunanistan, KRY, İsrail, Mısır gibi aktörlerin kendi aralarında kurdukları işbirliği yapılanmalarının -siyasi nedenlerle- dışında kalan Türkiye, bu konferans mekanizması çalıştığı takdirde bölgenin önemli oyuncusu olarak fotoğrafın içine girmiş olacaktır.
*
AB zirvesinin Türkiye açısından düşündürücü bir başka tarafına bakalım. Kararlarda dikkat çeken bir nokta, Brüksel cephesinde uzun bir zamandır gözlendiği şekilde tam üyelik hedefine hiçbir atfın yapılmamış olmasıdır. Açıklanan metin, sanki tam üye adaylığı resmen kabul edilmiş, tam üyelik müzakereleri başlatılmış bir ülke değil, AB ile hiçbir kurumsal bağlayıcı ilişkisi bulunmayan üçüncü bir ülkeden söz ediyor.
Böyle de olsa AB zirvesinin Türkiye ile AB arasında bir ‘pozitif siyasi gündem’ başlatma kararı kayda değer bir adımdır. ‘Pozitif gündem’ düşüncesi 2012’den beri zaman zaman gündeme gelmekteydi. Bu kez bizzat AB’nin en üst karar organı tarafından taahhüt edilmiş olması önemlidir. Bu gündem, gümrük birliğinin güncellenmesi, yüksek düzeyde diyalog, göç konularında işbirliğinin sürdürülmesi gibi başlıklara odaklanacaktır.
Bu taahhüt yapılırken tam üyelik müzakerelerine değinilmemesi kuşkusuz temel bir eksikliktir. Ancak en azından Türkiye ile AB arasında uzun zamandır kurumsal düzeyde yaşanan kopukluklardan sonra pozitif bir vurguyla siyasi diyaloğu yeniden başlatma iradesinin ortaya konmasını yine de bardağın dolu tarafındaki bir unsur olarak görmeliyiz.
Gelgelelim bu alanda ilerleme sağlanabilmesi bile “Yunanistan ve Kıbrıs’a karşı yasadışı faaliyetlerin durdurulmasına dönük yapıcı çabaların sürdürülmesi” koşuluna bağlanmıştır. Özetle, ortaya çıkan çerçevenin hayata geçirilebilmesi hedefini ciddi sıkıntılar bekliyor önümüzdeki dönemde.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen dış ilişiklerinde yeniden Avrupa boyutunun belirmeye başlamış olması, içinden geçilen sıkışık konjonktürde her bakımdan Türkiye’yi rahatlatacak, elini güçlendirecek bir gelişme olacaktır.
Paylaş