Paylaş
Geçen yaz Doğu Akdeniz’de Türkiye ile Yunanistan arasında yaşanan yüksek gerilimin gölgesi altında yapılan ekim ayındaki zirve ve sonrasındaki süreçte, her seferinde kendisini belli ölçülerde tekrarlayan bir kalıp ile karşılaşıyoruz.
Bu zirveleri Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin seyrini gösteren bir barometre gibi alabiliriz. Zirvelerin sonunda açıklanan kararlar da AB cephesinde bu ilişkilerin üç aylık performans değerlendirmeleri şeklinde okunabilir. Bu açıdan baktığımızda, önceki gün ve dün Brüksel’de gerçekleşen zirvede Türkiye-AB ilişkilerinin büyük ölçüde yerinde saydığını belirtmek objektif bir tespit olacaktır.
DOĞU AKDENİZ’DE KURUMSALLAŞAN ÇİZGİ
Son zirve metnini bundan öncekilerle kıyasladığımızda, hiç de azımsanmayacak bir bölümünün “kopyala-yapıştır” yöntemiyle hazırlandığını söyleyebiliriz. Daha önce de karşılaşıldığı üzere, birçok başlıkta aynı terminolojinin tekrarlandığı, aynı formülasyonların, cümle kalıplarının yerleştiği gözleniyor. Sınırlı alanlarda farklılıklar görülüyor ki, AB’nin pozisyonlarındaki kıpırdamaları, değişiklikleri buradan okuyarak yorumda bulunabiliyoruz.
Bu gözle bakıldığında, öncelikle Türkiye’nin tam üyelik hedefine yine atıf yapmayan, buna karşılık Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de tek taraflı hareketlerden uzak durmasını bekleyen, aksi takdirde bunu yaptırım koşuluna bağlayan çizginin artık kurumsallaştığını görüyoruz. Türkiye’ye bir kez daha “AB Konseyi kararlarında belirlenmiş olan koşullara tabi olmak” çerçevesi çiziliyor. Türkiye ile işbirliğini geliştirmeye dönük çalışma ilişkisinin “kademeli, orantılı ve geri çevrilebilir” olacağı hatırlatılıyor.
Tabii Doğu Akdeniz’de gerilimin düşmüş olmasından duyulan memnuniyet ifade edilmekle birlikte, dikkat çekici bir nokta, açıklanan kararlarda Türkiye’nin istekli olduğu “Doğu Akdeniz Konferansı” önerisine bu kez yer verilmemesidir. Bundan, Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de enerji denkleminin içine sokacak bu düşüncenin AB’nin gündeminde aşağı sıralara düştüğünü anlamamız gerekiyor herhalde.
KIBRIS’A ARTAN İLGİ
Açıklamada, ayrıca Kıbrıs sorunundaki hassasiyeti yükselmiş bir AB görüyoruz. Kıbrıs’a ilişkin vurguların kuvvetlendiğine, özellikle Maraş’ın statüsünün değiştirilmemesi yönündeki bir beklentinin de metne dahil edildiğine dikkat çekelim. Buradan AB’nin önümüzdeki aylarda Kıbrıs’a özel bir ilgiyle odaklanacağını okuyabiliriz.
Keza, Türkiye’nin ilgiyle beklediği Gümrük Birliği’nin güncellenmesi başlığından söz edilirken, “Gümrük Birliği’nin bütün AB üyelerine etkili bir şekilde uygulanmasındaki güçlüklerin ele alınması ihtiyacı” bir kez daha tekrarlanıyor. Bu ifadeden kastedilen, Türkiye’nin AB ile uyguladığı gümrük birliğini Kıbrıs Rum Yönetimi’ne (KRY) de teşmil etmesi, buna dönük bir formülün bulunması beklentisi olmalıdır.
Bu durumda AB ile Türkiye arasında Suriyeli göçmenlere ilişkin 18 Mart 2016 tarihli mutabakatın önemli bir unsuru olan “Gümrük Birliğinin İyileştirilmesi” başlığının KRY faktörüne bağlandığı söylenebilir. Bu metinlere bakıldığında, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de sismik araştırma ve sondaj faaliyetlerini durdurmasından sonra şimdi de KRY’ye dönük bir adımın atılması beklentisi ön plana çıkıyor.
Her halükârda, Doğu Akdeniz’deki meselelerin Türkiye-AB ilişkisinde işgal ettiği alanın genişlemeye devam ettiği yönelişi vurgulanmalıdır.
SURİYELİ MÜLTECİLER İLİŞKİNİN DNA’SINI BAŞKALAŞTIRIYOR
Zirve kararlarında elle tutulur hareketlenmenin gözlendiği bir alan AB’nin Türkiye’de sayıları 3.6 milyonun üzerine çıkan Suriyeli mülteciler için kesenin ağzını bir kez daha açacak olmasıdır. Zirve bildirisinde rakam telaffuz edilmemekle birlikte, diğer resmi açıklamalara bakılırsa, daha önce 2016 mutabakatıyla tahsis edilmiş olan 6 milyar Euro’ya ek olarak, 3 milyar Euro tutarında yeni bir mali paketin gelmesi kesinleşmiş gibidir.
Başlıca ilerlemenin bu başlıkta karşımıza çıkması bile Suriyeli mültecilerin Türkiye-AB ilişkisi üzerinde oynamakta olduğu dönüştürücü etkiyi göstermesi bakımından kayda değerdir. Türkiye-AB ilişkisi, bugün öncelikle Türkiye’nin Suriyeli mültecilerin Avrupa Birliği coğrafyasına geçişini frenlemesine dönük bir işlev üzerinden tanımlanmaktadır önemli ölçüde. Girilen bu süreç ilişkinin genetiğini başkalaştırmaktadır.
Mülteciler boyutunun bu şekilde belirleyici olması, 2016 yılında AB ile yapılan mülteciler mutabakatının da önünü açtığı bir durumdur. Türkiye ile AB arasındaki ilişkide tasarlanan iyileştirmeler, mültecilerin Türkiye’de tutulmasının karşılığında atılacak adımlar çerçevesinde kurgulanmıştır. Bu da bizi Türkiye ile AB arasında kendi dinamiklerinin dışından gelen bir faktörün belirleyici olmaya başladığı bir ilişki yapısına götürüyor.
ANKARA’DA HAYAL KIRIKLIĞI
Gelgelelim, 2016 Mutabakatı’ndaki diğer başlıklarda Türkiye’ye taahhüt edilen iyileştirmeler de hayata geçirilemiyor. Son zirve kararlarına baktığımızda, diğer başlıklarda da bir hareketlenmeden söz edebilmek zor.
Zaten Dışişleri Bakanlığı’nın dün yaptığı açıklama, zirve kararlarının “beklenilen ve gereken adımları içermekten uzak olması” nedeniyle duyulan hayal kırıklığını ifade ediyor. “AB’nin gerginliğin düştüğünü teslim edip Gümrük Birliği’nin güncellenmesi dahil olumlu gündemi hayata geçirmeye yönelik somut kararlar almayı ertelediği” belirtiliyor. Dışişleri’ne göre, bunun gerisinde “Oyalama taktiği”, “irade eksikliği”, “bir iki üyenin (Başta Yunanistan ve KRY diyebiliriz) AB üyeliklerini kötüye kullanmaları” yatıyor.
İLİŞKİNİN GÜNDEMİNDE HUKUK VE İNSAN HAKLARI FAKTÖRÜ
Tabii Türkiye-AB ilişkisinin gündemini değerlendirirken, AB zirvesinin Türkiye’de hukuk ve insan hakları alanlarındaki sorunların çözümü yönünde bir ilerleme görmediğini kayda geçirmesi de altı çizilmesi gereken bir noktadır.
Açıklanan zirve kararlarında bu konuda “Hukukun üstünlüğü ve temel haklar önemli bir endişe kaynağı olmaya devam ediyor. Siyasi partiler, insan hakları savunucuları ve medyanın hedef alınması, insan hakları önünde ciddi birer engeldir ve Türkiye’nin demokrasi, hukukun üstünlüğü ve kadın haklarına saygı duyulması yükümlülüklerine aykırılık oluşturmaktadır. Bu meselelere ilişkin diyalog kurulması AB-Türkiye ilişkilerinin ayrılmaz bir parçasıdır” deniliyor.
Kontrol ettim, bu ifadeler geçen mart zirvesinde kabul edilen metnin büyük ölçüde bir tekrarı olmuş. Tek değişiklik, yeni bir sorunlu alan olarak “insan hakları savunucuları”nın hedef alınmasının da döküme eklenmesidir. AB cephesinde de Türkiye’nin bu alanlarda bir ilerleme iradesi taşımadığı görüşü hâkim. Bu nedenle metinde küçük bir ekleme dışında değişikliğe ihtiyaç duymamışlar.
Sonuçta Türkiye ile AB arasındaki sorunların önemli ölçüde ötelendiği bir zirve daha geride kaldı. Burada karşımıza çıkan kilitlenme, tersyüz edilemediği takdirde yeni statüko olarak ilişki yapısına yerleşme eğilimi taşıyor. Bu yönelişin akıbetini görmek üzere ekim ayında yapılacak bir sonraki zirveyi bekleyelim.
NOT: Yıllık iznimin bir bölümünü kullanmak üzere yazılarıma bir süre ara vereceğim.
Paylaş